10 Haziran 2008 Salı

AVRUPA KONSEYİ VE İNSAN HAKLARI AVRUPA MAHKEMESİ İLİŞKİLERİ

Av.Hasan Kemal Elban

1. Tarihsel Arka Plan

İkinci Dünya Savaşının hemen ertesinde Avrupa Konseyi’nin kuruluşu ile ilgili çalışmalar yürütülürken insan haklarına saygı Avrupa Konseyinin temel değeri olarak demokrasi ile birlikte kutsanmıştır. Yarım yüzyıl gibi bir süre iki dünya savaşının patlak vermesine neden olan Avrupa ülkeleri, özellikle kendi topraklarında ağır ve yaygın insan hakları ihlallerinin yaşandığı II. Dünya Savaşından sonra bir daha böylesi bir yıkımın yaşanmaması için çareler aramaya başladılar. Ancak bunun için öncelikle II. Büyük Savaşın nedenleri ve sorumluları belirlenmeli; ondan sonra bu rahatsızlığın tedavisine girişilmeliydi. Öyle de oldu. İkinci Dünya Savaşının ertesinde özellikle Batı Avrupa’da totaliter rejimler birbiri ardına yerlerini demokratik cumhuriyetlere bıraktılar. Başını Batı Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya’nın çektiği bu totaliter ve otoriter rejimlerdeki dönüşüm, demokratik ve insan haklarına dayalı anayasaların kabulü ile taçlandırıldı. Aslında yaşanan sürecin sonunda gelinen noktada bütün bu felaketlerden çıkarılan ders, demokratik ve çoğulcu bir siyasal yapının Kıtaya egemen olmasının bir daha böylesi bir savaşın yaşanmaması için olmazsa olmaz koşul olduğuydu. Demokrasi ve çoğulcu bir siyasal yapının varlığı ise ancak bireylerin insan hakları korunarak ve güçlendirilerek güvence altına alınabilirdi. II. Dünya Savaşının hemen ertesinde yerleşen bu anlayış, Avrupa Kıtası çapında bir uluslararası yapılanmanın oluşturulması gereğini de kendisine dayatıyordu.

II. Dünya Savaşının hemen ertesinde, 1948 yılında Lahey’de toplanan Avrupa Kongresi, bir daha böylesi bir savaş yaşanmaması için bir birlik ya da federasyon oluşturulmasına; kurulacak bu birliğin demokratik bir şekilde yönetilen ve oluşturulacak bir İnsan Hakları Şartına saygıyı taahhüt eden bütün Avrupa uluslarına açık olması gerektiğine karar verildiği ilan edilmekteydi. Aynı karar metninde, böyle bir Şartın taslağını hazırlayacak bir Komisyon kurulmasına da karar verildiği ifade ediliyordu.[1]

Avrupa Konseyi’nin Statüsüne bir göz atılırsa, bu kararın yansıması üçüncü maddesinde açıkça görülecektir. Ancak insan haklarına ilişkin tek atıf Statünün üçüncü maddesi ile sınırlı değildir. Statünün diğer pek çok maddesinde insan haklarına ilişkin vurgular dikkat çekmektedir. Hatta sekizinci maddesinde ciddi insan hakları ihlallerinin üye Devletin Konsey’deki üyeliğinin askıya alınması ya da çıkarılma sebebi olduğu öngörülmüştür.

Avrupa Konseyi Statüsü, Lahey Kongresinden bir yıl sonra 5 Mayıs 1949 tarihinde imzalandı. Bir İnsan Hakları Şartı hazırlanmasını kurucu on Devlet, yeni kurulan Avrupa Konseyinin temel önceliği olarak ortaya koyduklarından, Konseyin kuruluşunun üzerinden daha bir buçuk yıl geçmeden 4 Kasım 1950 tarihinde İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Avrupa Sözleşmesini Roma’da imzaladılar. İmzalanan bu Sözleşme görece kısa bir süre sonra, 3 Eylül 1953 tarihinde, yürürlüğe girdi.

Aslında İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi («Sözleşme») kendisinden önce İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile Amerikan İnsanın Hak ve Görevleri Bildirisinin izinden gitmişti. Bununla birlikte Sözleşme, bu uluslararası insan hakları belgelerini aşarak bağlayıcı bir hukuki metin olarak öne çıkıyordu. Ama daha da önemlisi, devlet başvuruları ya da bireysel başvuruların ele alınması yoluyla çalışan İnsan Hakları Avrupa Komisyonu ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi («Mahkeme») adı altında ikili mekanizmadan oluşan bir denetim organı da öngörmekteydi. Bu haliyle Mahkeme, Avrupa Konseyi’nin Avrupa’da barışı tesis etmek ve koruma görevini yerine getirirken kullandığı asli araçlardan biri olmayı sürdürmektedir.

Onun ürünü olmasına karşın İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Avrupa Konseyi’nin bir organı değildir. Sözleşme’nin organıdır ve ilke olarak Avrupa Konseyi’nden ve organlarından da bağımsız olarak çalışır. Ancak, Mahkeme -Avrupa Konseyinden bağımsız olmakla birlikte- Konsey’in amaçlarını gerçekleştirmesi açısından hepsi birlikte organik bütünlük oluşturan temel araçlarından biri olarak tasarlanmıştır ve doğası gereği Avrupa Konseyi’nin diğer organları ile karşılıklı etkileşim ve iletişim içinde yargısal işlevini yerine getirir.

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, Parlamenterler Meclisi, Bakanlar Komitesi gibi organlar, Mahkeme’nin yapılanması ve işlevini yerine getirirken karşı karşıya kaldığı sorunlara son derece duyarlıdırlar. Konseyin diğer organları, Mahkeme’nin kararlarını ve ayrıca bu kararlarda ortaya koyduğu ilkeleri yakından izlemekte ve çalışmalarında kendilerine rehber olarak almaktadırlar. Öte taraftan Mahkeme de Konsey’in diğer organlarının çalışmalarını yakından izler ve kararlarını oluştururken bu çalışmalardan geniş ölçüde yararlanır.

Mahkeme’de yaşanan gelişmeler, Konseyin neredeyse bütün organları tarafından yakından izlemekte ve Mahkeme’nin karşılaştığı sorunların üstesinden gelebilmesi için gerekli donanımı ve yapısal araçları sağlamak konusunda bu organlar tarafından azami çaba harcanmaktadır. Bu olgu, özellikle Soğuk Savaş sonrası Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Sözleşme sistemine dahil olmalarının bir sonucu olarak, Mahkeme’nin iş yükünün, kapasitesinin çok üzerinde artmaya başlamasıyla son derece yaşamsal bir önem kazanmış görünmektedir. Mahkeme’nin etkili bir şekilde çalışmalarını yürütebilmesini sağlamak adına gösterilen çabalar, Mahkeme’nin daha etkili çalışmasını amaçlayan Sözleşme’ye ek protokollerin imzaya açılması ve yürürlüğe girmesinde somut olarak kendini göstermekle birlikte[2], bunun gerisinde çok daha uzun soluklu bir izleme, tartışma ve çözüm önerilerini de içeren raporlama süreçleri söz konusudur.

Parlamenterler Meclisinin, Komisyonları aracılığıyla, Konseye üye devletlerin insan hakları durumuna ilişkin olarak insan haklarının değişik boyutlarını dikkate alan çok sayıda rapor, üye Devletlerin insan haklarına yönelik taahhütlerinin gözlenmesi görevinin bir parçası olarak, Genel Kurul oturumlarında tartışılır ve kabul edilirler. Yine Avrupa Konseyinin bir organı olan ve ileride daha ayrıntılı olarak ele alınacak olan İşkencenin Önlenmesi Avrupa Komitesi (CPT), İnsan Hakları Komiserliği ya da Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu (ECRI) tarafından üretilen raporlardan da Mahkeme, kararlarında geniş ölçüde yararlanılmaktadır. Tersi durum da aynı derecede doğrudur. Avrupa Konseyinin adı geçen bu organları da sıklıkla raporlarında Mahkeme kararlarına atıflarda bulunmakta ve onun ortaya koyduğu ilkelerden yola çıkarak ilgi alanlarına ilişkin çözümlemelerde bulunmaktadırlar.

Söz konusu raporların büyük çoğunluğu, belirli bir ülkeye ve somut duruma ilişkin tanıklıklar, yerinde tespitler ve genel ya da özel değerlendirmeler ya da tavsiyeler içerirler. Diğer taraftan Bakanlar Komitesinin de Sözleşme’nin 46. maddesi uyarınca üstlendiği Mahkeme Kararlarının infazına ilişkin olarak aldığı çok sayıda karar söz konusudur. Ayrıca Bakanlar Komitesi, bugüne kadar esas olarak insan haklarını ilgilendiren çok sayıda tavsiye kararını da kabul etmiş ve yayınlamıştır. Tavsiye kararlarının üye devletleri bağlayıcı bir niteliği olmamakla birlikte, özellikle Sözleşme’nin yorumlanmasında yol gösterici olması bakımından önemli bir yeri bulunmaktadır.

Dolayısıyla Mahkeme’ye başvuruda bulunacakların ya da onların hukuki temsilcileri olan uygulamacıların bu etkileşimin ve Konsey organlarının çalışma mekanizmalarının farkında olmaları, Mahkeme önünde başarı şanslarını artırmaları bakımından oldukça önem taşımaktadır.

Bu noktadan sonra, bu karşılıklı etkileşim ve uyumlu çalışmanın nasıl işlediğine daha yakından bakabiliriz.[3]

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, 47 üye devletin ulusal parlamento örgütlerinden gelen 318 asil ve 318 yedek parlamenterden oluşmaktadır.[4] Parlamenterler Meclisi yılda dört defa ana konuları görüşmek ve Avrupa Hükümetlerinden girişimde bulunmaları ya da geri-bildirimde bulunmalarını istemek üzere toplanmaktadır. Bu parlamenterler kendilerini seçen 800 milyon Avrupalı adına konuşmaktadırlar. Parlamenterler Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinde temsil edilen Avrupa ülkelerinin Hükümetlerine diledikleri konuda sorular yöneltebilirler ve Hükümetler bu soruları yanıtlamak zorundadır.

Parlamenterler Meclisi, çalışmaya başladığı 1949 yılından beri İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi dâhil Avrupa Konseyi tarafından kaleme alınan pek çok uluslararası sözleşmenin arkasındaki itici güç olmuştur. Parlamenterler Meclisi Avrupa Konseyi Genel Sekreteri ile Sekreter Yardımcısının yanında İnsan Hakları Mahkemesi yargıçları ile İnsan Hakları Yüksek Komiseri’ni de seçmektedir.

Parlamenterler Meclisi ayrıca üye Devletlerin durumlarını gözlemlemekte ve yükümlülüklerini yerine getirmelerine yardımcı olmaktadır. Eğer bir Devlet, yükümlülüklerini yerine getirmekte başarısız olursa, bu durumda Meclis ülkenin ulusal delegasyonunu kabul belgelerini geri çekebilir ya da onaylamayı reddedebilir. Son çare olarak, o ülkenin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınmasını Bakanlar Komitesine önerebilir.

Meclisin çalışmaları on komite, Meclis Başkanı, 20 Başkan Yardımcısı ve beş siyasal grubun temsilcilerinden oluşan bir büro tarafından hazırlanır. Parlamenterler Meclisi üç tip belge tartışır ve kabul eder: tavsiyeler (Bakanlar Komitesine), kararlar (Meclisin bir konu hakkında kendi bakış açısını bildirir) ve son olarak da görüşler (bu grup belgeler ise üyelik başvuruları, antlaşma taslakları ve Bakanlar Komitesi tarafından sunulmuş olan diğer belgeler hakkındaki görüşleri içerir).

Meclis halen aşağıdaki konuları temel ilgi alanı olarak kabul etmektedir:

· İnsan hakları ve demokrasinin korunması ve desteklenmesi;

· Üye devletlerin yükümlülük ve taahhütlerinin yerine getirip getirmediğinin izlenmesi;

· İnsan haklarına saygı gösterilirken terörizmin sona erdirilmesi;

· Bölgesel krizler;

· Mülteci ve göçmelerin durumu;

· Kültürler ve dinler arası diyalog;

· Sosyal uyum;

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, temsilcileri aracılığıyla yukarıda belirtilen temel konularla ilgili olarak Avrupa çapında planlı ya da ad hoc ziyaretler yoluyla toplanan bilgilerden rapor taslakları hazırlar. Bu raporlar daha sonra ilgili komitelerde görüşülür ve en son olarak Mecliste görüşülerek karara bağlanır. Bu çerçevede, özellikle insan haklarının korunması ve desteklenmesi başlığı altında Parlamenterler Meclisinin görüştüğü tavsiye, karar ve raporların önemli bir kanıt değeri ve ağırlığı olabilmektedir.

Örneğin 1994 tarihinde köylerinden güvenlik güçleri tarafından zorla çıkarılan bir grup Tunceli köylüsünün köylerine dönmek için yaptıkları başvuruya ilişkin olarak Mahkeme, Hükümetin sorumluluğunu belirlerken, özellikle köylerinden koparılan köylülere ilişkin herhangi bir tazmin sürecinin işletilmediğini, herhangi bir ciddi destek programı olmaksızın çok zor koşullarda büyük kentlerin çeperlerinde yaşam savaşı verdiklerini tespit etmiştir. Bu tespitini yaparken Mahkeme, diğerlerinin yanında, önemli ölçüde Parlamenterler Meclisinin bu konudaki raporlarından yararlanmıştır.[5]

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi

Bakanlar Komitesi Avrupa Konseyinin karar organıdır. Bütün üye devletlerin Dışişleri Bakanlarından ya da onların Strazburg’taki daimi diplomatik temsilcilerinden oluşur. Bakanlar Komitesi, öncelikle Avrupa toplumunun karşılaştığı sorunlara ulusal yaklaşımların eşitlik temelinde tartışıldığı ve bu tür sorunlara Avrupa çapında çözümler üretildiği ortak bir forum olarak çalışmaktadır. Ayrıca Bakanlar Komitesi, Parlamenterler Meclisinin de katkısıyla, Konsey’in temel değerlerinin bekçisi ve üye devletlerin taahhütlerine uygun davranıp davranmadıklarının gözleyicisi olarak da işlev görmektedir.

Bakanlar Komitesi temelde iki şekilde işlevini yerine getirir:

§ Avrupa toplumlarının karşı karşıya kaldıkları sorunlara ulusal yaklaşımları hükümetlerin görüşlerini eşitlik temelinde dile getirdikleri ve sorunun çözümünün Avrupalıların ortak iradesiyle bulunduğu bir forum olarak,

§ Parlamenterler Meclisinin yanı sıra Avrupa Konseyi’nin varlık nedeni olan değerlerin bekçisi olarak,

Bakanlar Komitesinin görevleri, diğerlerinin yanında, aşağıdaki başlıkları kapsamaktadır:

§ Siyasal diyalog,

§ Parlamenterler Meclisi ile etkileşim

Bakanlar Komitesi ile Parlamenterler Meclisi arasındaki ilişkiler aşağıdaki biçimlerde gerçekleşmektedir:

- Bakanlar Komitesinin Yasal raporları;

- Meclis görüşü talepleri;

- Meclis tavsiyelerini izlemek;

- Sözlü ve yazılı soruları yanıtlamak;

- Ortak Komite toplantıları

§ Yeni üye Devletleri kabul etmek

Bakanlar Komitesi, Avrupalı Devletleri Avrupa Konseyine üye olmak için davet etme yetkisine sahiptir.[6] Bakanlar Komitesi, aynı zamanda bir üye Devletin üyeliğini askıya almak ve üyelikten atma yetkisine sahiptir.

Üyeliğe davet usulü ilgili Devletin başvurusu üzerine başlar. Bakanlar Komitesi üyeliğe davet ve kabule ilişkin olarak Parlamenterler Meclisine danışma ve üyeliğe kabul edilecek Devletin Meclisteki sandalye sayısını ve Konsey bütçesine katkısını belirleme gibi usulleri izleme yükümlülüğü bulunmaktadır.[7] Son dönemde başvurucu Devletlere demokratik reformların gerçekleştirilmesi konusunda ek koşullar getirilmiştir. Bu koşullar arasında İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine taraf olma zorunluluğu da bulunmaktadır.

§ Üye devletlerin taahhütlerine saygı gösterip göstermediklerinin izlemek;

Avrupa Konseyi Statüsünün 15.a maddesi Bakanlar Komitesinin Sözleşme ve Antlaşmalar dahil Avrupa Konseyi’nin amacının gerektirdiği girişimleri göz önüne alacağını belirtmektedir. Bakanlar Komitesi bugüne kadar 190’ın üzerinde Antlaşmayı imzaya açmıştır. İçlerinde en bilineni ise İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesidir.

Herhangi bir antlaşmanın metni Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilmeden önce Parlamenterler Meclisi’ne görüş için gönderilir. Parlamenterler Meclisi görüşünü konunun tartışıldığı bir oturumda oluşturur ve varsa değişiklik teklifleri ile birlikte Bakanlar Komitesine gönderir. Ancak bu konuda son karar Bakanlar Komitesine aittir. Antlaşma metni Bakanlar Komitesi tarafından kabul edildiği zaman son şeklini almış olur. Komite ayrıca antlaşmanın imzaya açılacağı tarihi de belirler.

Diğer taraftan Kasım 1994 tarihindeki 519. oturumunda Bakanlar Komitesi, oylama usulünün daha esnek olmasına ve tavsiye kararları konusunda oybirliği kuralının uygulanmaması konusunda bir “centilmenlik anlaşması” yapmaya karar vermişlerdir. Böylece o tarihten bu yana tavsiye kararları için oyçokluğu yeterli olmaktadır. Tavsiye kararları üye Devletler için bağlayıcı olmamaktadır. Ancak, Statünün 15.b maddesi Komiteye tavsiye kararlarına ilişkin olarak Üye Devletlere aldıkları tedbirler ile ilgili olarak bilgi vermesini isteme izni vermektedir. Komite, 1987 tarihli 405. toplantısında Komiteye bağlı olarak çalışan yürütme komitesi ve uzmanlar komitesi gibi uluslararası komitelere tavsiye ve kararların uygulanmasının gözlenmesini iyileştirmeye çağıran bir mesaj kabul etmiştir.

Diğer taraftan doğrudan Mahkeme’yi ilgilendiren genel nitelikli tavsiye kararları da zaman zaman Bakanlar Komitesi tarafından yayınlanmaktadır. Bunların içinde özellikle üye ülkelerde iç hukuk yollarının iyileştirilmesine ilişkin tavsiye kararı[8] özellikle üzerinde durulmasını gerektirmektedir. Bu tavsiye kararında Bakanlar Komitesi Mahkeme’ye özellikle bir ülkede yapısal bir sorundan kaynaklanan ve birbirinin tekrarı niteliğinde çok sayıda başvuruyla başa çıkabilmesi için “pilot karar” usulünü yürürlüğe sokmasını tavsiye etmiştir. Mahkeme bu tavsiye kararının hemen ertesinde söz konusu pilot karar usulünü Broniowski v. Polonya kararıyla uygulamaya sokmuştur.[9]

§ Konsey bütçesinin kabulü;

§ İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararlarının infazının gözetilmesi

Sözleşme’nin 11 Nolu Protokolü ile değişik 46. maddesi uyarınca Bakanlar Komitesine İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararlarının infazını gözetmesi görevini vermektedir. Bu görev, Bakanlar Komitesi tarafından her yıl dört defa yapılan düzenli toplantılarla sağlanır. Bu konuda Bakanlar Komitesinin temel işlevi İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin kararlarına üye devletlerin uymasını sağlamaktır. Komite her vakayı nihai kararını vermekle sonuçlandırır. Bazı vakalarda, geçici kararlar verilebilir.[10]

Bu nedenle, başvurucuların ve avukatlarının başvurularını hazırlarken ya da şikayetlerine ilişkin olarak kanıt toplarken Parlamenterler Meclisi çalışmalarının farkında olmasında büyük yarar bulunmaktadır.

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Parlamenterler Meclisi tarafından beş yıl için atanır. Genel Sekreterin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi bakımından bir dizi görevi bulunmaktadır.

Öncelikle her Yüksek Sözleşmeci Tarafın Sözleşme’ye taraf olduğunu Genel Sekretere bildirme (depo etme) yükümlülüğü bulunmaktadır.[11] Aynı şekilde ilgili Taraf Devletin Sözleşme’den çekildiğini Genel Sekretere bildirmesi de zorunludur.[12]

Bunun dışında Sözleşme’nin 52. maddesi, Genel Sekreter’e, Sözleşme’nin uygulanmasını üye Devletler nezdinde gözetme yetkisi vermektedir. Bu maddeye göre, Genel Sekreter, talebi halinde ilgili Taraf Devlet, Sözleşme’nin kendi iç hukukunda etkili bir şekilde uygulanmasının nasıl güvence altına alındığına ilişkin açıklama yapma yükümlülüğü altındadır. Genel Sekreter bugüne kadar Sözleşme’nin 52. maddesindeki yetkisini hiçbir Sözleşmeci Devlet için kullanmamıştır. Ancak, bu yetkinin Genel Sekreter tarafından kullanılmamasının nedeninin 52. maddenin Genel Sekreter’e söz konusu Taraf Devletten aldığı bilgiyle ilişkin olarak harekete geçme yetkisi tanımaması olması kuvvetle muhtemeldir.

Avrupa Konseyi Genel Sekreterinin ve Sekreter Yardımcısının da Mahkeme’nin ihtiyaçlarına ilişkin olarak yakın ilgisi söz konusudur. Zaman zaman Mahkeme’nin etkililiğinin artırılması, geleceğe ilişkin dava yükü, bütçe, personel, teknolojik yeniliklere dönük ihtiyaçlarının belirlenmesi hakkında projeksiyonlar hazırlanması, Mahkeme’nin mevcut örgütlenme yapısında iyileştirmelere gidilmesi gibi konularda raporlar hazırlanması için komisyonlar oluşturmakta ve bu komisyon raporları bazı durumlarda kamuya açılarak yayınlanmaktadır.[13]

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Avrupa Konseyi içinde bağımsız bir kurumdur. Görevi, bütün üye Devletlerde insan hakları bilincini ve insan haklarına saygıyı desteklemektir.

İnsan Hakları Komiserliği fikri ilk olarak Ekim 1997 tarihinde Strazburg’da toplanan 2nci Avrupa Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde ortaya atılmıştır. Bu zirvede bu konuda bir girişim başlatılmasına karar verilmiş, 7 Mayıs 1999 tarihinde de Bakanlar Komitesi, Komiserliğin kurulması ve görev alanının belirlenmesine ilişkin bir kararı kabul etmiştir. İlk Komiser Alvaro Gil-Robles, 1999-2006 yılları arasında görev yaptıktan sonra 1 Nisan 2006 tarihinde yerini halen bu görevi yürüten Thomas Hammarberg’e devretmiştir.

İnsan Hakları Komiseri’nin temel amaçları Bakanlar Komitesi’nin kararında öngörülmüştür.[14] Bu karara göre Komiserin görevleri:

· İnsan haklarının etkili bir şekilde gözlenmesi ve Avrupa Konseyi insan hakları standartlarının yerine getirilmesinde üye Devletlere yardım sağlamak;

· Avrupa Konseyi üye Devletlerinde insan hakları eğitimi ve farkındalığının desteklenmesi;

· İnsan haklarına ilişkin hukuk ve uygulamaya ilişkin olası eksikliklerin tespit edilmesi;

· Ulusal ombudsmanlıkların ve diğer insan hakları yapılarının etkinliklerinin kolaylaştırılması; ve

· Bütün bölgede insan haklarının korunmasına ilişkin danışma ve bilgi sağlamak.

Bu nedenle Komiser’in çalışması, insan haklarının desteklenmesi ve korunması alanında anlamlı bir iyileşme sağlamak için reform tedbirlerini desteklemeye odaklanmıştır. Yargısal olmayan bir kurum olarak, Komiserlik, bireysel şikâyetler üzerine harekete geçemez; ancak bireylerin maruz kaldığı insan hakları ihlallerine ilişkin güvenilir bilgi temelinde sonuçlar çıkarabilir ve daha geniş bir çaba içine girebilir.

Komiser, insan hakları izleme mekanizmalarının yanında, geniş bir alanda ulusal ve uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmaktadır. Komiserliğin en önemli Hükümetler arası ortakları Birleşmiş Milletler ve onun ilgili uzmanlık kuruluşları, Avrupa Birliği ve AGİT’tir. Komiserlik aynı zamanda önde gelen Hükümet dışı kuruluşlar, üniversiteler ve düşünce kuruluşlarıyla da yakın işbirliği içindedir.

İnsan Hakları Komiseri görevini aşağıdaki etkinliklerde bulunarak yerine getirir:

· Hükümetlerle diyalog ve ülke ziyaretleri

Komiser, insan hakları durumunu kapsamlı bir şekilde değerlendirebilmek için Avrupa Konseyi üye devletleri ile sürekli diyalogla geçer ve ülke ziyaretleri gerçekleştirir. Bu ziyaretlerde, İnsan Hakları Komiseri, insan hakları ve sivil toplum kuruluşların temsilcilerinin yanında, yüksek düzeyde Hükümet, parlamento ve yargı yerlerinin temsilcileri ile toplantılar yapar. Komiser, ziyaretinin sonucunda o ülkedeki insan hakları uygulamalarının analizini ve olası iyileşme yolları hakkında ayrıntılı tavsiyeleri içeren bir rapor yayınlar. Bu rapor Bakanlar Komitesine sunulur ve yayınlanarak karar vericiler, HDÖler ve medyada yaygın bir şekilde dağıtılır.

Bir ülkeye resmi ziyaretin üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra, Komiser ya da Komiserlik bürosu tavsiyelerin yerine getirilmesi konusunda gerçekleşen gelişmeyi izlemek üzere bir ziyaret daha yapar. Bu ziyaretin sonucu olarak bir izleme raporu yayınlar. Bu raporun da yaygın olarak dağıtımı yapılır. Ancak Komiser’in çabaları bu raporla sona ermez. Komiser o ülkedeki gelişmeleri izlemeyi ve ülkedeki yetkililerle yakın ilişkisini sürdürür. Ancak bu defa, genel raporların yayınlamaksızın da olsa, bir ya da bir dizi sorun alanı üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırır.

· Tematik tavsiyeler ve bilinç yükseltme

İnsan Hakları Komiseri, aynı zamanda insan haklarının korunması ve insan hakları ihlallerinin önlenmesi için bilgi ve danışma sağlamakla görevlidir. Komiser uygun olduğunu düşünürse, Komiserlik bürosu tek ya da birden fazla üye devlet hakkında belirli bir insan hakları konusunda tavsiyeler yayınlayabilir. Ya ulusal organların talebi üzerine ya da kendi girişimiyle, Komiser ayrıca yasa taslakları ve belirli uygulamalar hakkında görüş verebilir.

Komiser’in ayrıca Avrupa Konseyine üye ülkelerde insan hakları bilincini yükseltme görevi de vardır. Bunun için Komiserlik bürosu değişik insan hakları temalarını içeren seminer ve toplantılar düzenler ya da düzenlenmesine yardımcı olur; Hükümetler, STK’lar ve eğitim kurumlarında Avrupa Konseyi insan hakları standartları bilincini iyileştirmek için sürekli diyalogla ilgilenir.

· Ulusal insan hakları yapılarının geliştirilmesini desteklemek

İnsan Hakları Komiseri ulusal Ombudsmanlar, Ulusal İnsan Hakları Kurumları ve insan haklarını korumakla görevlendirilen diğer yapılarla yakın işbirliği içinde olur. Bu kurumların olmadığı ülkelerde Komiserlik güçlü bir şekilde bu kuruluşların geliştirilmesi için destek ve etkili bir uygulama desteği verir.

Yukarıda belirtilen görevlerin içinde İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi bakımından önemli olan, Komiser’in ziyaretleri sonucu yayınladığı raporlar ve izleme raporlarıdır. Söz konusu raporlar, belirli bir dönem ve insan hakları sorununa yoğunlaştığı ve ayrıntılı gözlem ve analizleri içerdiğinden önemli bir kanıt değeri bulunmaktadır. Mahkeme, bu raporları değişik kararlarında kanıt olarak kullanmıştır.[15]

İşkencenin Önlenmesi Avrupa Komitesi

Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu

Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa Komisyonu (ECRI), 9 Ekim 1993 tarihinde Viyana’da toplanan Avrupa Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları I. Zirvesinde kurulmuştur. ECRI’nin kuruluş kararı I. Zirve toplantısında kabul edilen zirve bildirisinde ifadesini bulmaktadır. Ekim 2000 yılında Strazburg’ta toplanan Irkçılığa Karşı Avrupa Konferansında ECRI’nin işlevini daha güçlendirmesi çağrısı yapılmış, bunun üzerine 13 Haziran 2002 tarihinde Bakanlar Komitesi ECRI’nin yeni Statüsünü kabul edmiştir. Bu yeni statü ECRI’nin bağımsız bir insan hakları izleme organı olarak ırkçılık ve ırk ayrımcılığına ilişkinkonularda rolünü sağlamlaştırmaktadır. .

ECRI’nin üyeleri bağımsızdır ve sadece kendi vicdani kanılarına göre hareket ederler. ECRI’nin amacı Avrupa çapında ve insan haklarının korunması perspektifinden ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve antisemitizmin ortadan kaldırılmasıdır. ECRI’nin etkinlikleri özellikle ırk, renk, dil, din, uyrukluk, ulusal ya da etnik kökene dayanan ayrımcılık ya da önyargılarla karşı karşıya kalan kişi ya da kişi gruplarının mağduriyetlerine son vermek için gerekli bütün tedbirlerin alınmasını kapsar. ECRI’nin statüsünden kaynaklanan etkinlikleri üye ülkelere ilişkin izleme, ayrıntılı Genel Politika Tavsiyelerinde bulunmak[16] ve sivil toplumla ilişkiler kurmak ve geliştirmektir.

ECRI ülke bazlı raporlarını düzenli olarak yayınlamaktadır. Bu konuda Türkiye hakkında da yayınlanmış raporları bulunmaktadır. Türkiye’ye ilişkin raporların önemli bir kısmı Türkçeye çevirilmiş olarak yayınlanmaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de ECRI raporlarından özellikle ayrımcılık temelli ihlal vakalarına ilişkin kararlarında yararlanmaktadır.[17]

ECRI’nin raporları Türkiye’de özellikle eğitim hakkıyla ilişkili din ve vicdan özgürlüğü ihlali iddialarından kaynaklanan davalarda öne çıkmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bakımından ise özellikle Roman topluluklara yönelik ırk ayrımcılığı sorunuyla bağlantılı işkence, yaşam hakkı, adil yargılanma ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine ilişkin ihlal iddialarıyla bağlantılı davalarda öne çıktığı gözlenmektedir. Ancak ECRI’nin raporlarının gerek Türkiye ve gerekse Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yukarıda sayılan çerçeveyi fazlasıyla aşan bir vizyonu ve raporlama anlayışının bulunduğunu ve bu çerçevede söz konusu raporların daha geniş bir bakış açısıyla izlenmesinde yarar bulunmaktadır.



Not: Bu yazı Türkiye Barolar Birliği Dergisinin Temmuz 2008 tarihli sayısında yayınlanmıştır.



[1] Lahey Avrupa Kongresi’nin sonuç bildirisinin ilgili paragrafı aşağıdaki gibidir:

The Congress

Considers that the resultant union or federation should be open to all European nations democratically governed and which undertake to respect a Charter of Human Rights;

Resolves that a Commission should be set up to undertake immediately the double task of drafting such a Charter and of laying down standards to which a State must conform if it is to deserve the name of democracy.”

[2] 11 ve Rusya Federasyonunun henüz onaylamaması yüzünden yürürlüğe henüz girmemiş olmakla birlikte 14 nolu Protokoller son on yılda Mahkeme’nin karşı karşıya kaldığı sorunlara yanıt olarak gösterilebilir. Ancak, 14 nolu Protokol daha imzaya açılmadan, Mahkeme Eski Başkanı Yargıç Wildhaber yeni Protokolün Mahkeme’nin iş yükünü karşılamakta yeterli olamayacağını ifade etmekteydi. Mahkeme Başkanının röportaj metni için bkz. Günışığı Dergisi, ….

[3] Bu çalışmanın boyutlarını fazlasıyla aştığından ve ayrı bir çalışmanın konusunu oluşturması gerektiğini düşündüğümüzden Avrupa Sosyal Şartı ve onun yargısal organı Sosyal Haklar Avrupa Komitesi hakkında herhangi bir açıklamada bulunulmayacaktır.

[4] Ekim 2007 itibariyle Avrupa Konseyine üye 47 ülkenin ulusal parlamentolarından nüfuslarına göre katılan parlamenterden oluşmaktadır. Üye ülkeler ve Parlamenterler Konseyine gönderdikleri üye sayıları aşağıdadır: Arnavutluk (4) Andora (2) Ermenistan (4) Avusturya (6) Azerbaycan (6) Belçika (7) Bosna Hersek (5) Bulgaristan (6) Hırvatistan (5) Güney Kıbrıs (3) Çek Cumhuriyeti (7) Danimarka (5) Estonya (3) Finlandiya (5) Fransa (18) Gürcistan (5) Almanya (18) Yunanistan (7) Macaristan (7) İzlanda (3) İrlanda (4) İtalya (18) Letonya (3) Lihtenştayn (2) Litvanya (4) Lüksemburg (3) Malta (3) Moldova (5) Monako (2) Karadağ (3) Hollanda (7) Norveç (5) Polonya(12) Portekiz (7) Romanya (10) Rusya Federasyonu (18) San Marino (2) Sırbistan (7) Slovakya (5) Slovenya (3) İspanya (12) İsveç (6) İsviçre (6) Makedonya (3) Türkiye (12) Ukrayna (12) Birleşik Krallık (18)

[5] Bkz. 29 Haziran 2004 tarihli Doğan ve Diğerleri v. Türkiye hükmü, § 55 v.d. Bu davada Mahkeme, Parlamenterler Meclisi’nin kabul ettiği 1563 (2002) sayılı Tavsiyenin temelini oluşturan Göç, Mülteciler ve Demografi Komitesinin hazırladığı “Türkiye’deki yerinden edilmiş Kürt nüfusun durumu” başlıklı rapora önemli bir ağırlık atfetmiştir. Ayrıca inter alia bkz. 16 Kasım 2004 tarihli Ünal Tekeli v. Türkiye hükmü, § 18 v.d.; 16 Haziran 2007 tarihli Cobzaru v. Romanya hükmü, § 44; 6 Ekim 2006 tarihli Kurtuluş Ordusu Moskova Şubesi v. Rusya hükmü, § 47 v.d.

[6] Avrupa Konseyi Statüsünün 4, 5 ve 6. maddeleri.

[7] Statü, madde 6.

[8] Bkz. Bakanlar Komitesinin 12 Mayıs 2004 tarihli

[9] Bkz. 22 Haziran 2004 tarihli Broniowski v. Polonya (esas hakkında) kararı, § 189 vd.; ayrıca 28 Eylül 2005 tarihli Broniowski v. Polonya (dostane çözüm) kararı, § 34 vd.

[10] Bütün bu kararlar Bakanlar Komitesinin internet sitesinde yayınlanır.

[11] Sözleşme’nin 59. maddesi.

[12] Ags. 58. madde.

[13] Lord Woolf’un başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan Aralık 2005 tarihli rapor için bkz. http://www.echr.coe.int/ECHR/EN/Header/Reports+and+Statistics/Reports/Other+reports/

[14] Bkz. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 7 Mayıs 1999 tarihli 104. oturumunda kabul edilen Resolution (99)50 on the Council of Europe Commissioner for Human Rights adlı kararı.

https://wcd.coe.int/ViewDoc.jsp?id=458513&BackColorInternet=9999CC&BackColorIntranet=FFBB55&BackColorLogged=FFAC75

[15] 5 Nisan 2005 tarihli Nevmerzhitsky v. Ukrayna kararı, § 60 vd.; 8 Temmuz 2004 tarihli İlaşcu ve Diğerleri v. Moldova ve Rusya kararı, § 288; 4 Temmuz 2006 tarihli Ramirez Sanchez v. Fransa kararı, 85; 13 Haziran 2002 tarihli Anguelova v. Bulgaristan kararı, Yargıç Bonello’nun karşı oy şerhi.

[16] Bkz. özellikle 4 Ekim 2007 tarihinde yayınlanan ve Komisyonunun 29 Haziran 2007 tarihinde kabul ettiği “Siyasette Irkçılık ve Irk Ayrımcılığını Yok Etmek üzerine 11 Nolu Genel Politika Tavsiyeleri” Avrupa çapında gelişen siyasetin milliyetçi ve dini hissiyatı istismarına karşı son derece önemli sonuçları olabilecek bir karşı ilk adım gibi görünmektedir.

[17] 9 Ekim 2007 tarihli Hasan ve Eylem Zengin v. Türkiye kararı, §§ 28-29; 10 Kasım 2005 tarihli Leyla Şahin v. Türkiye kararı, Yargıç Tulkens’in karşı oy şerhi; 12 Nisan 2007 tarihli Ivanova v. Bulgaristan kararı, §§ 65-66; 13 Aralık 2005 tarihli Bekos ve Koutropoulos v. Yunanistan kararı, § 33 vd.

Çocuk Haklarının Kıyısında Yaşamak: Çalışan Çocuklar

Hasan Kemal Elban

Çocukluk modernitenin icat ettiği bir olgudur. Geçmişte insanlık, pek çoğumuzun sandığının aksine, “çocukluk” olarak adlandırdığımız özgül dönemi bilmezdi. Dolayısıyla çocuklardan, fiziksel yapıları elverir elvermez yetişkinler gibi üretime katılmaları beklenirdi. Bugün olduğu gibi “çocukluk”, kavram olarak, yetişkin dünyasının dışına sürgünlük anlamına da gelmiyordu. Modern toplum, “ulus” devlet formunda örgütleme ihtiyacının sonucudur ve ilk işlerinden biri olarak, okulu, egemen burjuva ideolojisinin kitlelere benimsetilmesinin bir aracı olarak yaygınlaştırmıştır. Daha önceleri soylu sınıfın ayrıcalıklı bireylerinin, ayrıcalıklı konumlarını sürdürmelerinin aracı olan az sayıdaki eğitim kurumu, yaygınlaştırılarak ulus devlet ideolojisinin taşıyıcısı, yaygın eğitim kurumlarına dönüştürüldüler. Böylece çocukların üretim sürecinden çekilmeleri, dışına itilmeleri mümkün oldu. Ama kapitalizmin vahşi çağı, yine de çocuk emeğinin sömürüsünün en acımasız biçimlerinin görüldüğü bir dönem olarak varlığını sürdürdü. Bu konuda, Dickens’ın, Hugo’nun ya da Zola’nın romanlarına kısa bir bakış, kabaca fikir verebilir.

Bununla birlikte reel sosyalizm ile kapitalist dünyanın büyük ölçüde yarışma halinde olduğu 20. yüzyılın dünyasında “çocukluk” fenomeni, onun üretim sürecinden sürgünlüğünü de toplumsal bilince kazımıştı. “Çocukluk”, büyük ölçüde kendisine belirli bazı hakların atfedildiği, korunması ve yetişkinliğe hazırlanması konusunda devletlere pozitif sorumlulukların yüklendiği, insan türünün yaşam döngüsünde özgül bir döneme işaret eder oldu. Bu, aynı zamanda çocuğun yetişkin dünyasına karşı özerkleşmesini, yetişkin dünyasından giderek bağımsızlaşan, kendi başına birey olarak kabul edildiği, ama aynı ölçüde yaşamın gerçekliğine ve doğaya yabancılaşmasını da beraberinde getiriyordu. Bu eğilim, son 20 yılda giderek artan bir şekilde öne çıktı. Söz konusu eğilimin taçlanışını, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin bütün dünyada geçerli bir uluslararası hukuk belgesi haline gelmesi olarak imleyebiliriz. Ama öyle görünüyor ki, paradoksal olarak “çocuk hakları” savunucuları, bugün, Sözleşme’nin bütününe egemen olan iyimser ruh halini hızla yitiriyor.

“Küreselleşmenin laneti” ya da bir kabusun “küreselleşmesi”

Günümüzün post modern dünyası ise bunun tam tersi bir fenomenin etkisi altında. Liberal hak ve özgürlük anlayışının zırhını parlatan yaldızın artık kaçınılamaz bir biçimde çatlayıp yer yer döküldüğüne ve altından pis kokuların çıktığına tanık oluyoruz. Köleliğin yeniden hortlamaya başladığı, insan emeği sömürüsünün en acımasız biçimlerinin yeniden kendine yer bulmaya başladığı bir dünya bu. Dünyada, “küreselleşme” adı altında dayatılan ve bütünüyle Avrupa-Atlantik ötesi “Kuzey”in çıkarlarına hizmet eden politikalar, milyarlarla ifade edilen insanın yaşamlarının karartılması pahasına sürdürülüyor bugün. Ve her zaman olduğu gibi ortaya çıkan toplumsal kötülüğün ilk mağdurları, mağlupları, kadınlar ve çocuklar oluyor.

Liberya’da, Sierra Leone’de çocuklar birbiriyle çatışan grupların emrinde silah altına alınıp yaygın olarak kullanıyor, Kongo’da yaygın olarak çocuklar kaçırılıp, organ ya da köle tacirlerine satılıyorlar ya da çalışma kamplarında tutulup köle olarak yol vb. inşaatların yapımında çalıştırılıyorlar. Hindistan’da, Uzakdoğu’da çocuk emeğinin ölçüsüzce sömürüldüğü imalathaneler var. Ve bu imalathanelerin çoğu uluslararası markalara fason üretim yapıyorlar. Rusya, Ukrayna, Moldova, Arnavutluk gibi ülkelerde çocuklar, yetkililerin de göz yummasıyla, cinsel sömürü ve köleliğinin pençesine kolayca düşebiliyorlar. Bu ticaretin milyarlarca dolarlık yıllık getirisinin olduğu söyleniyor. Orta Amerika’da ev işlerinde çocuklar, neredeyse kölelik koşullarında çalıştırılıyorlar. ABD’de ise sadece 800 binin üzerinde çocuk tarım işçisi bulunduğu tahmin ediliyor. Bunların çoğu 12 saatlik mesai altında son derece ağır koşullarda, çok düşük ücretler karşılığı çalıştırılıyorlar. Kısacası dünya, üzerinde yaşayan çocukların ezici çoğunluğu için eskisinden çok daha zor ve ölümcül bir yer. Ne yazık ki pek çocuk bu kabustan hiç uyanamayacak.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 1990’da yaptığı tahminlere göre, dünya üzerinde en az 100 milyon çocuğun emeği sömürülüyordu. Bu sayının aradan geçen yaklaşık on beş yılda en azından ikiye katlandığını rahatça söyleyebiliriz. Çocuk emeğine kapitalin talebi her zaman büyük oldu. Çünkü çocuk emeği ucuzdur. Çünkü çocuklar doğal olarak uysaldır, yetişkinlerden daha kolay disiplin altına alınabilirler ve şikayet etmesinler diye daha kolay korkutulabilirler. Küçük bedenleri ve becerikli parmakları, hiçbir etik ve insani değere prim vermeyen işverenleri tarafından belirli tür işler için bir ekonomik değer olarak görülüyorlar. Serbest piyasa mantığı, esnek emek piyasası, devlet bütçelerinde ilk gözden çıkarılan sosyal yardım ve desteğe ayrılan kamu fonları, işverenin ekmeğine yağ sürüyor. Ana-babaları evde işsiz otururken, çocuklara kolayca iş bulunması dünya ölçeğinde sık rastlanan bir durum. İLO’nun Kötü Şartlardaki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Acil Önlemler Sözleşmesi’nin kabul tarihinin 1999’un ortalarını bulmasına bakılırsa, sermayenin çocuk emeğine olan ihtiyacının yarattığı baskının büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir.

Türkiye’de Çocuk Emeği Sömürüsü

Türkiye’de de durum pek parlak görünmüyor. Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar, durumda kısmi bir iyileşme sağlandığını da gösteriyor. Devlet İstatistik Enstitüsüne göre, iş piyasasında çalışan 12-17 yaş arasındaki çocukların sayısı, 2001 yılında bir buçuk milyonu bulmaktaydı. Bu sayı 2003 rakamlarına göre 948.000’e düşmüştür. Çocuk işçiliği, daha çok küçük ölçekli işletmelerde ve tarım kesiminde yoğunlaşmaktadır. Hacettepe Üniversitesi tarafından 2001 yılında yapılan bir araştırmaya göre, çalışan çocukların yüzde 79.4’ü kırsal kesimde yaşamaktadır ve bu çocukların yüzde 92.6’sı tarım sektöründe çalışmaktadır.

Ülkemizde çalışan çocukların ezici çoğunluğu aile ekonomisi için vazgeçilmez öneme sahip. Kız çocukları daha az iş piyasasında görülmekle birlikte, kırsal kesimde el sanatları işlerinde çalıştırıldıkları için okula gönderilmiyorlar. Çalışmaya gönderilmeyenler ise geleneksel yapı içinde yetişkin olduklarında nitelikli iş piyasasında kendilerine yer bulabilmek için gerekli bilgi ve beceriye asla sahip olamayacaklar. Çünkü okula gönderilmeyecekler. Geleneksel örüntü içinde kendilerinden tanımadıkları kişilerle evlenmeleri ve çocuk yapmaları beklenecek. Ve kimse onlara bu dünyada nasıl yaşamak istediğini sormayacak.

Hükümet, sendikalar ve İLO bir süredir çocuk işçiliğinin boyutlarını saptamak ve engellemek için birlikte projeler yürütüyor. Bununla birlikte çalışan çocukların bir çoğu çalışma yasalarının yetersizliği nedeniyle kayıt dışı ekonomi ve tarım sektöründe istihdam edildiklerinden denetlenememektedir.

Kentlerde çalışan çocukların Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Çıraklık Eğitim Merkezlerine haftada bir gün bulunmak üzere kayıt ettirilmeleri yasal yükümlülüktür. Bununla birlikte çalışan çocukların yalnızca yüzde 22.8’i bu merkezlere kayıt ettirilmiş durumda. Sokakta çalışan çocukların sayısı hakkında ise güvenilir bir istatistiğe sahip değiliz.

Yasal durum, yeterli denetim mekanizmalarının bulunmaması nedeniyle etkili bir koruma sağlamaktan uzak görünüyor. Bununla birlikte 13-14 yaşları arasındaki çocuklar mevzuata göre, ancak hafif ve yarı zamanlı işlerde çalıştırılabilirler. İş kanununa göre, çocuklar madenlerde çalışamazlar, ayrıca çocuklar gece de çalıştırılamazlar. Yine İş Kanununa göre, okula giden çocuklar okul zamanı dahil, günde 7,5 saatten fazla çalıştırılamazlar. Çalışma Bakanlığı’nın orta ve büyük ölçekli sanayi ve hizmet sektörü işyerlerinde bu mevzuatı etkili olarak uyguladığını biliyoruz. Ancak bu tablo, tarım işletmeleri ve küçük ölçekli işletmelere geldiğinde tam bir utanç tablosuna dönüşmektedir. Sinop’un köylerinden getirilip Bafra’nın pazaryerinde bölgedeki işletmelere sezonluk satılan çocuklar hala belleklerimizde taptaze duruyor. Ülkemizde basına yansımayan, benzer durumda kölelik benzeri uygulamalara tabi çocukların olduğuna emin olabiliriz. Özellikle daha büyük firmalara fason iş yapan çoğu kayıt dışı, pek çok küçük tekstil işletmesinin bulunduğu Merter piyasasının bu gözle incelenmesi, durum hakkında gerçekçi bir fikre sahip olmamızı sağlayabilirdi.

Bu ay yine 23 Nisan Çocuk Bayramı olarak kutlanacak. Yine Uluslararası Çocuk Şenliği yapılacak, dünyada çocuklara resmi bayram yapan tek ülke olmakla öğüneceğiz. Yine mecliste milletvekillerinin koltuklarına, Başbakanlıkta bakanlar kurulunun koltuklarına çocuklarımızı oturtacağız. Ama pek azımız, bu görüntüleri izlerken ülkenin her yerinde bir milyon küçük bedenin geleceğini, onları insafsızca sömürenlerin insafına terk etmiş bir toplumun üyesi olduğumuz gerçeğiyle yüzleşme cesareti bulacak. Dünyadaki çocuklar mı? Siz ne dersiniz, onlar zaten bizim değil, değil mi?

“2004, İnsan Hakları Mahkemesi İçin Kritik bir Yıl olacak”

“2004, İnsan Hakları Mahkemesi İçin Kritik bir Yıl olacak”[*]

Hasan Kemal Elban

Yıllardır, yargı reformu deyimi dilimizden düşmüyor. Avrupa Birliği uyumunu yakalamak için yargı sistemimizi rahatlatacağı iddiasıyla Hükümetlerin bir takım düzenlemeleri parlamento gündemine getirdiğine; parlamentonun da bu yasaları artıları ve eksileri üzerinde yeterli araştırma yapmadan, fazlaca tartışma gereği duymadan yasalaştırdığına tanık oluyoruz.

Ancak sözünü ettiğimiz düzenlemeler bütüncül ve kapsamlı bir bakış açısının ürünü olmadığı için ne yazık ki istenen sonucu vermek bir yana, sistemi daha da işlemez hale getiriyor. Son dönemde Çocuk Mahkemeleri ve Aile Mahkemeleri örneğinde yargı mensuplarının ve yargılama tarafı yurttaşların yaşadıkları sıkıntıların anımsanması, ne demek istediğimin anlaşılabilmesi için yeterlidir sanıyorum. Bununla birlikte bütüncül bir reformun nasıl gerçekleşebileceğinin örneği olabilecek önemli bir gelişmenin hazırlıkları, uzunca bir süredir Avrupa Konseyi içinde yürütülüyor. Konsey, 2000 yılından bu yana İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin (Strazburg Mahkemesi) etkili bir şekilde çalışmasını güvence altına almak amacıyla geliştirdiği bir dizi önlemi hayata geçirme noktasına geldi. Avrupa Konseyi çevrelerince Strazburg Mahkemesi’de “II. Reform Dönemi” olarak adlandırılan değişikliklerin içeriğine girmeden önce gelişmeleri başından itibaren izleyelim.

11 Nolu Protokol/I. Reform Dönemi

Dünya 1980’li yılların sonlarında Sovyetler Birliği’nin dağılmasına ve ardından Doğu Bloku olarak adlandırılan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde birbiri ardına gelen rejim değişikliklerine tanıklık etti. Ortaya çıkan yeni durum daha çok Batı Avrupa ülkelerinin dahil olduğu bir oluşum olan Avrupa Konseyinin yapısında da önemli bir değişimin habercisiydi. Sonraki on yılda Konseye üye ülke sayısı 23’den 41’e yükseldi[1]. Ancak Konsey, üyeliğe kabul kriterlerinden biri olarak İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (Sözleşme) ve Mahkemesinin yargı yetkisinin kabulünü önkoşul olarak ileri sürüyordu. Kasım 1998 tarihinde Strazburg Mahkemesi, Sözleşme'nin 11 Numaralı Protokolünün yürürlüğe girmesiyle köklü sayılabilecek bir değişiklik geçirdi. Buna göre, daha önce Komisyon ve Mahkeme olmak üzere ikili bir yapı altında çalışan Strazburg Denetim Organları, tek bir mahkeme altında toplandı ve yine daha önceleri yılın belirli dönemlerinde toplanıp karar vermekteyken, bu değişiklikten sonra tam zamanlı olarak çalışan bir yargı yerine dönüştü. O dönemde insan hakları hukukuyla ilgili çevrelerde, Strazburg Mahkemesi’ndeki yargılamaların hızlanacağı ve daha etkili hale geleceği gerekçesiyle memnuniyetle ve heyecanla karşılanan değişiklikler, uygulamadaki sonuçlar alınmaya başladıkça, bu şekilde sürmesi halinde Mahkeme’nin kısa sürede tıkanma noktasına geleceğinin görülmesi sonucu kısa sürede yeni reform tartışmalarına yol açmakta gecikmedi.

Oysa ki, Strazburg Mahkemesi’nin ilk kararını verdiği 1959 yılından 11 Numaralı Protokolün yürürlüğe girdiği 1 Kasım 1998 tarihine kadar ürettiği karar[2] sayısı kadar karar 1998-2000 arasındaki iki yıl içinde üretilmişti. Bir yıl sonra ise 21 Ocak 2002 tarihindeki yıllık basın toplantısında Mahkeme Başkanı Luzius Wildhaber, 2001 yılının “bütün rekorların kırıldığı bir yıl” olduğunu açıklıyordu. Mahkeme Başkanına göre, o yıl Strazburg Mahkemesi 900’e yakın karar üretmişti ve bu bir önceki yıl ile karşılaştırıldığında % 30’luk bir verimlilik artışı anlamına geliyordu. Bu gelişme Strazburg Mahkemesi bakımından inanılması zor bir başarıya ve verim artışına işaret etmektedir. Mahkeme'nin verimliliğindeki bu artışa karşın, istatistikler, Strazburg Mahkemesi'nin önüne gelen dava sayısında önemli artışların meydana gelmekte olduğunu ve bu artış eğiliminin süreceğini gösteriyordu. Yukarıda belirtilen basın toplantısında Mahkeme Başkanı aynı yıl 13.858 başvuru kayda geçirildiğini ve bunun 1998’den bu yana % 130’luk bir artış anlamına geldiğini açıklıyordu. 2003 yılında ise Mahkeme’ye 38.000 yeni başvuru yapılmıştı[3].

Bütün bu veriler yapılan reformun amaçlanan sonuçları vermekten oldukça uzak olduğunu gösteriyordu. Aslında yeni bir reform gerekliliğinin kendini dayatmakta olduğu daha 11 nolu Protokol yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra görülmeye başlamıştı.

II. Reform Dönemine Doğru

Roma Konferansı

Strazburg Mahkemesi’nin yapısında gerçekleşen ciddi verimlilik artışına karşın dava yükündeki devasa artışın altında yatan etken ya da etkenler nelerdi? Bu soru İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin imzaya açılışının 50. yıl dönümü dolayısıyla 3- 4 Kasım 2000 tarihinde toplanan Roma Konferansı’nda değişik boyutlarıyla tartışıldı. Burada çıkan sonuçlardan biri Strazburg Mahkemesi’nin hizmet etmek durumunda olduğu nüfusun ve coğrafi alanın boyutlarının katlanmasıydı. Diğer bir etken ise Mahkeme’nin başarılı ve etkili oluşunun, eski üye Devletlerden gelen başvuruları da artırmasıydı. Bu sonuçlardan ayrı olarak Konferans’ta en çok altı çizilen konu, ulusal hukuk sistemlerinin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ni bütünüyle içselleştirecek ve etkili bir şekilde yaşama geçirecek önlemleri almaları konusuydu. İhlallerin kaynağında çözüme kavuşturulması, doğal olarak Strazburg Mahkemesi’nin iş yükünün önemli ölçüde hafiflemesi anlamına gelecekti. Diğer taraftan yukarıdaki soruya verilecek yanıt, gelecekte Strazburg Mahkemesi’nin etkililiğinin (effectiveness) nasıl sağlanacağı sorusuna verilecek yanıta doğrudan bağlıydı.

Bu nedenle Roma Konferansı sonrası, Bakanlar Komitesi, Strazburg Mahkemesi'nin etkililiğini güvence altına alınmasını sağlayacak yolların belirlenebilmesi için bir komite oluşturulmasın karar verdi. Adına “Değerlendirme Grubu” adı verilen bu komite, Mahkeme Başkanı, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Yardımcısı ve Bakanlar Komitesi adına da İrlanda Cumhuriyeti’nin Konseydeki daimi temsilcisinden oluşuyordu. Komite’nin görevi, başvuruların sayısında öngörülen artış ile Strazburg Mahkemesi'nin bu artan iş yükünü karşılama yeteneğine ilişkin soruları inceleyerek ulaşacağı olası çözüm önerilerini Eylül 2001 tarihine kadar bir rapor halinde hazırlayıp Bakanlar Komitesine sunmaktı. Değerlendirme Grubu adı geçen raporunu 28 Eylül 2001 tarihinde Bakanlar Komitesi’ne sundu.

Değerlendirme Grubunun Raporu

Değerlendirme Grubu raporunda Strazburg Mahkemesi'nin ulusal mahkemelerin davalarının yeniden görüldüğü bir temyiz mahkemesi olmadığını, Strazburg Mahkemesi’nin ulusal yargı yerleri karşısında ikincil niteliğinin (subsidiary) altı defalarca çiziliyor[4]. Raporda ayrıca Taraf Devletlere, Strazburg Mahkemesi'nin ikincil niteliğiyle bağlantılı olarak, Sözleşme'nin iç hukuk sistemlerinde içselleştirilmesini sağlayıcı önlemler alınması, olası ihlallere ilişkin hukuksal sorunları iç hukuk sistemleri içinde çözme yeteneğine sahip etkili ulusal başvuru yollarının geliştirilmesi önerilerinde bulunuluyordu.

Komite, Sözleşme sistemine dahil olan Taraf Devletlerin sayısındaki artış ve Strazburg Mahkemesi'nin kararlarının ve etkili çalışmasının yarattığı çekim etkisinin gelecekte başvuru sayısında daha büyük bir artışa neden olacağı, bunun da daire sayısının artırılması, yeni bina, yeni hukukçu vb. ihtiyaçları beraberinde getireceği, ancak bu konuda ne kadar iyileşme sağlanırsa sağlansın uzun vadede başvuruların sayısında yaşanacak artışı karşılamaya yeterli fiziksel bir büyüme şeklinde önlem almanın olanaksız olduğu saptamasını yapıyordu. Raporda, yine de kısa ve orta vadede Strazburg Mahkemesi'nin Yazıişleri Müdürlüğünde çalışan hukukçuların sayısının artırılması, başvuruların ön bir süzgeçten geçirilmesi için yargıç statüsünde görev yapacak bağımsız ve tarafsız görevlilerden oluşan yeni bir yapının oluşturulması, Strazburg Mahkemesi'nin mali kaynaklarının geliştirilmesi önerileri de getirilmekteydi. Bunun dışında belli bazı başvuruların daha hızlı sonuçlandırılmasını sağlamak adına Mahkeme'nin İçtüzüğünde değişiklikler yapılabileceği, bunun yanında daha esaslı değişiklikler için de Sözleşme’ye ek yeni bir protokol hazırlanması gerektiği belirtilmekteydi. Strazburg Mahkemesi, daha hızlı çalışabilmek için İçtüzük konusunda kapsamlı bir değişikliği 2002 yılının Temmuz ayında yürürlüğe koydu.

Bakanlar Komitesinin Çabaları

Değerlendirme Grubunun yukarıda değinilen raporu ve Yönetim Komitesi’nin (Steering Kommittee) önerileri doğrultusunda, Bakanlar Komitesi, ortaya çıkan yeni zorlukları aşmak ve uzun vadede Strazburg Mahkemesi'nin etkililiğini güvence altına almak amacıyla Mahkeme'nin yapısında değişiklik öngören 14 Numaralı Protokolün taslağını hazırlamaya girişti. Sonunda bu yılın Nisan ayında Bakanlar Komitesi’nin Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisine görüşünü almak için sunduğu taslak metin çıktı. Ancak daha önce, olası değişikliklerin ip uçlarını veren bir dizi tavsiye kararı Bakanlar Komitesi tarafından değişik tarihlerde kabul edilmiş bulunuyordu. Ancak bu tavsiye kararlarının hiçbiri bu taslağa yansımadı[5].

Bakanlar Komitesi’nin Parlamenterler Meclisinin görüşüne sunduğu reform teklifi

Strazburg Mahkemesi'nin işleyişinde kapsamlı değişiklik öngören 14 numaralı protokol üç ana noktaya yoğunlaşıyor: Bunlardan ilki, ihlallerin ulusal düzeyde engellenmesi ve iç hukuk yollarının iyileştirilmesi; ikincisi başvuruların bir ön süzgeçten geçirilmesi ve mümkün olduğunca etkili bir şekilde ele alınması; nihayet, Mahkeme'nin kararlarının infazının iyileştirilmesi ve hızlandırılması.

Bakanlar Komitesi’nin planladığı reformun bu amaçla önerdiği çözümler neler?

Birinci noktaya ilişkin olarak, Bakanlar Komitesi daha önce kabul ettiği üç tavsiye kararından yola çıkarak, ulusal düzeyde ilgili mercilerin meslek içi eğitimlerinin ve üniversite eğitimlerinin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi temelinde iyileştirilmesini; ulusal mevzuatların Sözleşme mevzuatına uygunluğunun teyit edilmesini; iç başvuru yollarının iyileştirilmesi ve etkili bir şekilde uygulanması için Devletlere tavsiyede bulunuluyor.

İkinci nokta olan başvuruların ön süzgeçten geçirilmesi konusunda ise aşağıdaki değişiklikler öngörülüyor:

§ Açıkça kabuledilemez başvurular: Şu anda üç yargıçlı bir komite tarafından ele alınan kabuledilemezlik kararlarının yargısal yetkiye sahip olmayan bir raportörün yardımcılığında tek bir yargıca bırakılması öngörülüyor.

§ Yinelenen başvurular: Ulusal düzeyde yapısal bir eksiklikten kaynaklanan esas bakımdan birbirinin aynı çok sayıda dava şu anda yedi yargıçlı daireler tarafından ele alınıyor. 14 Nolu protokol ile bu türden davalara ilişkin kabuledilebilirlik kararlarını üç yargıçlı komiteler tarafından verilebilmesi öngörülüyor.

§ Yeni kabuledilebilirlik ölçütleri: Mahkeme’ye açıkça temelsiz görünen başvurular konusunda daha fazla esneklik sağlamak bakımından iç hukuk yollarının tüketilmesi ve altı aylık süre koşullarına ek olarak yeni bir koşul daha getirilmesi öngörülüyor. Teklif edilen bu koşul uyarınca Mahkeme, eğer başvurucu ihlal iddia edilen olaya ilişkin olarak “önemli bir zarara uğramamışsa” davayı bütünüyle ele almak ve esasa girmek zorunda olmayacak.

Mahkeme kararlarının infazının iyileştirilmesi ve hızlandırılması konusuna gelince, Taraf Devletlerden biri hakkındaki kararı yerine getirmek konusunda başarısız olduğunda, taslak 14 Numaralı Protokol uyarınca, Bakanlar Komitesinin üçte iki çoğunluğunun karar vermesi halinde işlemleri Mahkeme önüne getirmekle yetkilendiriliyor. Bakanlar Komitesi, taslak metin uyarınca ayrıca, verdiği bir kararın yorumlanmasını Mahkeme’den isteme yetkisine de sahip olacak.

Parlamenterler Meclisi’nin taslak metin hakkındaki görüşü

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Bakanlar Komitesi tarafından kendisine gönderilen taslak metni ilk önce Hukuk İşleri ve İnsan Hakları Komitesi’nde ele aldı. Komite, Sosyalist Grup üyesi Kevin McNamara’yı taslağı incelemek üzere raportör olarak atadı. Raportör McNamara, konu hakkındaki raporunu aralarında Türk Parlamenterlerin de yer aldığı Komiteye sundu ve rapor 21 Nisan 2004 tarihinde oybirliği ile kabul edildi.

Komite, raporunu 23 Nisan 2004 tarihinde Parlamenterler Meclisine sundu ve adı geçen rapor Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin 28 Nisan 2004 tarihli 13. oturumunda tartışıldı ve kabul edildi.

Taslak metin üzerine bir iki istisna dışında Parlamenterler Meclisi hiçbir değişiklik önermedi ve genel olarak değişikliklerin zorunlu olduğunu ve bunun etkili bir şekilde yürürlüğe konulabilmesi için Bakanlar Komitesinin bütçede artırıma gitmesi gerektiğinin altı çizildi.

McNamara’nın raporunda, Bakanlar Komitesi’nin taslak metnine esaslı itiraz, iki noktadan geldi[6]. Bu itirazlardan en önemlisi, Bakanlar Komitesi’nin önerdiği yeni kabuledilebilirlik ölçütüne oldu. Parlamenterler Meclisi’nin de paylaştığı bu karşı çıkış, “önemli bir zarar” deyiminin belirsiz, fazlasıyla subjektif ve başvurucuları ağır bir adaletsizliğe maruz bırakma ihtimali gerekçesine dayandırıldı. Ayrıca yeni ölçütün sadece Mahkeme'nin ele alacağı davaların sadece %1.6’sını ilgilendirdiği; bu durumun bireysel başvuru hakkını dramatik bir şekilde etkilerken Strazburg Mahkemesi'nin dava yükü üzerinde çok küçük bir etkiye sahip olacağı ve kabuledilemez bulunduğu Parlamenterler Meclisi tarafından kesin bir şekilde dile getirildi. Parlamenterler Meclisi eğer illa da bir kabuledilebilirlik ölçütü gerekiyorsa, bunun “… Sözleşme ve protokollerindeki hükümlere uygun olarak başvurunun ulusal yargı yerlerince gerektiği şekilde incelendiğinden tatmin olması halinde Mahkeme herhangi bir bireysel başvuruyu kabuledilemez ilan edecektir.” şeklinde olmasını önerdi.

Bundan sonra ne olacak?

Konu hakkında Parlamenterler Meclisinin görüşünü alan Bakanlar Komitesi, nihai taslak metni Mayıs 2004 tarihinde görüşüp bir karara bağlayacak. Ardından konu 2005 yılı içinde Polonya’da toplanması Avrupa Konseyi Hükümet ve Devlet Başkanları 3. Zirve Toplantısının gündem maddelerinden biri olacak. Burada verilecek karar sonrası kısa bir süre içinde 14 Nolu Protokolün imzaya açılması bekleniyor. Olası değişiklik tekliflerini ileriki sayılarımızda daha ayrıntılı olarak ele almaya çalışacağız.



[*] İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Başkanı Luzius Wildhaber’in 27 Ocak 2004 tarihli basın toplantısında sarf ettiği cümle.

[1] Bugün İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne taraf devlet sayısı 22’den 45’e çıkmış bulunuyor. Dolayısıyla İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Atlantik’ten Büyük Okyanus’a, Reykjavik’ten Vladivostok’a kadar, 800 milyon insanın yaşadığı bir coğrafyaya hizmet vermek durumunda olan bir yargı yeri olduğu gerçeği ile karşı karşıya bulunuluyor.

[2] Mahkeme, 1959- 1998 yılları arasında 837 kararın altına imza atmıştı. 1 Kasım 1998, 5 Aralık 2000 tarihleri arasında ise 838 karar üretmişti, bkz. Press release issued by the Registrar, “European Court of Human Rights delivers more judgments in two years than its predecessor in 39 years”, Açıklama Sayısı 871, 5.12.2000.

[3] Mahkeme Başkanı o yıl 683 davada en az bir ihlal bulgulandığını, bunların yarıdan fazlasının İtalya (359), çeyreğine yakının Türkiye (169) ile ilgili kararlar olduğunu belirtmekteydi. Geriye kalan ülkeler ise, Fransa (32), Birleşik Krallık (19), Polonya (17), Avusturya (14), Yunanistan (14) ve Almanya (13) olarak sıralanmıştı.

[4] Report of the Evaluation Group to the Committee of Ministers on the European Court of Human Rights, para. 22, Doc. EG Court (2001)1, 27 Eylül 2001.

[5] Adı geçen Bakanlar Komitesinin tavsiye kararları: İnsan Hakları Mahkemesi yargıç adayları üzerine 1849(2004) sayılı karar; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin yapısı, usulleri ve araçları üzerine 1535(2001) sayılı karar; İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargıç aday gösterilmesi için ulusal usuller üzerine 1429(1996)sayılı karar; yargıçların seçiminde adaylık incelemesi üzerine 1295(1996) sayılı karar; yargıçların seçiminde cinsiyet dengesinin gözetilmesi ve ad hoc yargıç gerektirmeyecek şekilde seçimlerin yapılması hakkında 1649(2004) sayılı karar; Mahkeme’de Sözleşme'nin uygulanamadığı yerlerde görev yapmak üzere yaygın insan hakları ihlallerini Mahkeme’ye getirmekten sorumlu bir kamu savcılığı görevinin oluşturulması ve bu görevin Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserine bırakılması hakkında 1606(2003) sayılı ve nihayet İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin verdiği kararın infazından sorumlu devletin sürekli olarak bu kararı yerine getirmede başarısızlık göstermesi halinde “gecikme cezası” (“astreintes”) ödemesi hakkında 1477(2000) sayılı kararlar.

[6] Bkz. Draft Protocol No. 14 to the Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms, amending the control system of the Convention, Doc.10147, report of the Committee on Legal Affairs and Human Rights, Rapporteur: Mr. Kevin McNamara, 23 April 2004

8 Haziran 2008 Pazar

Köy boşaltma mağdurlarının sorunları çözülüyor mu?

Köy boşaltma mağdurlarının sorunları çözülüyor mu?[*]
Hasan Kemal Elban
Köy boşaltma mağdurlarının yıllardır yaşadıkları uzun ve yıpratıcı yolun sonuna gelindiğine ilişkin umutları yeşerten haberler geçtiğimiz günlerde basında yer aldı. Adalet Bakanlığınca Bakanlar Kurulu’na gönderilen Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun Tasarısı hakkındaki yorumlarla birlikte konunun hukuksal boyutunu ayrıntılarıyla irdelemekte yarar var.
Kamu görevlilerinin eylemlerinden kaynaklanan zararlarından dolayı tam yargı davası açarak haklarını arayabilmek teorik olarak mümkün görünmekle birlikte, bölgede mahkemelerin keşif işlemlerini güvenlik nedeniyle olağanüstü halin kalktığı 2002 Temmuzuna kadar yapmaktan kaçınmaları, söz konusu zararların tazmini yolunu imkânsız kılmaktaydı.
İçişleri Bakanı, Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi çerçevesinde Haziran 2000 ile Ekim 2003 tarihleri arasında 95 bin kişinin köylerine geri döndüğünü ifade etmiştir. Ancak bu ve buna benzer rakamlar sıkça kamuoyunun önüne gelmekle birlikte, geri dönüşlerin hangi yerlerde gerçekleştiğine ilişkin bir ayrıntı bulunmamaktadır.

İlgili uluslararası hukuk

Uluslararası İnsan Hakları Hukuku, devletlerin ülkeleri içinde göçe tabi tutma işlemlerine kesin sınırlar koymakta, kullanılan yöntemlere ilişkin sıkı koşullar getirmekte, göçe tabi tutulan kişilerin bakım sorumluluğunu göç ettirme eylemini gerçekleştiren mercilere yüklemektedir. Buna ek olarak göçe tabi tutulan kişilerin zararlarını tazmin sorumluluğu bulunduğuna ilişkin açık kurallar bulunmaktadır. Bu konuda Birleşmiş Milletler tarafından “Ülke İçinde Yerinden Edilmelere İlişkin Yol Gösterici İlkeler” adını taşıyan bir belge de kabul edilmiştir[1]. Sözü edilen belge yukarıda değindiğimiz bütün güvenceleri cisimleştirmektedir. Ayrıca aynı belgenin V. bölümünde geri dönüş, yeniden yerleştirme ve yeniden entegrasyona ilişkin de hükümler bulunmaktadır. Türkiye’nin taraf olduğu Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 12. maddesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin özel ve aile yaşamına saygı hakkını düzenleyen 8. maddesi, aynı Sözleşme’nin 1 nolu Protokolünün 1. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı çerçevesinde de yerinden edilen kişilerin durumları güvence altına alınmaktadır.

İlgili ulusal hukuk

Güney Doğu Anadolu’da meydana gelen göç ettirme olaylarının önemli bir kısmı 1994-1996 yıllarında meydana gelmiştir. Bu dönemde 10 Temmuz 1987 tarihli Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1. maddesi uyarınca olağanüstü halin geçerli olduğu iller ülkenin kalanından farklı bir hukuksal statü altında yönetilmiştir. 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, Olağanüstü Hal Bölge Valisine, yetkisi altında bulunan bölgede güvenlik nedeniyle köy, mezra ve benzeri yerleşim birimlerini boşalttırma, yerlerini değiştirme, birleştirme ve bu amaçla gereken kamulaştırma ve diğer işlemleri görevinden ötürü yapabilme yetkisi tanımaktaydı[2]. Bununla birlikte bu işlemlerin hukuka uygun bir biçimde yapılması anayasal bir zorunluluktu. Anayasanın 21. maddesi kişinin konut dokunulmazlığını, 20. maddesi özel yaşamın dokunulmazlığını, 23. maddesi ise yerleşme ve seyahat özgürlüğünü güvence altına almaktaydı. Ayrıca Anayasanın 35. maddesi mülkiyet hakkına ilişkin güvenceler getirmektedir. Yine idarenin eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunu güvence altına alan Anayasanın 125. maddesi de dile getirilmelidir.
Bütün bu hukuki düzenlemelere ek olarak Türk Ceza Yasası’da kişinin zorla yerinden edilmesine karşı güvenceler içermektedir. Buna göre, kişinin şiddet ve tehdit yoluyla bir eyleme zorlanması TCK’nın 188. maddesinde, tehdit edilmesi 191. maddesinde, yasal olmayan bir şekilde evinin aranması 193 ve 194. maddesinde, insan yaşamını tehlikeye atacak şekilde evinin kundaklanmasını 369, 370, 371, 372 ve 382. maddelerinde ceza yaptırımına bağlamıştır.
Yerinden edilmeye karşı hukukumuzda böylesi geniş koruyucu düzenlemeler olmasına karşın söz konusu hükümlerin Memurin Muhakematı Kanunu çerçevesinde yürütülen soruşturmaların takipsizlikle sonuçlanması karşısında uygulanma imkânı kalmamıştır. Ayrıca 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 7. maddesi ile Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin işlemlerine karşı İdare Mahkemelerinde iptal davası açılma yolunun kapatılmış olması köy boşaltma işlemlerinin hukuki denetiminin yapılmasını imkânsız kılmıştır.

Zararların tazmini sorunu

Kamu görevlilerinin eylemlerinden kaynaklanan zararlarından dolayı tam yargı davası açarak haklarını arayabilmek teorik olarak mümkün görünmekle birlikte, bölgede mahkemelerin keşif işlemlerini güvenlik nedeniyle olağanüstü halin kalktığı 2002 Temmuzuna kadar yapmaktan kaçınmaları, söz konusu zararların tazmini yolunu kapatmaktaydı. Bu konuda açılmış birkaç tam yargı davasına gelince, idare mahkemeleri ve Danıştay, güvenlik güçlerinin sorumluluğuna vurgu yapılan bu davaları istikrarlı bir biçimde reddetti. Bununla birlikte İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi önünde görülen davalarda Türkiye aleyhine mahkûmiyet kararlarının çıkması ve o davalarda hükümetin idare hukukunda zararların tazminine yönelik olarak “sosyal risk teorisinin” hukukumuzda geçerli olduğuna dönük bir savunma geliştirmiş olması dolayısıyla son dönemde kısmi de olsa bir tutum değişikliği gözlenmektedir. Buna karşın Güney Doğu’daki yerinden edilmelerin esas olarak 1994-1996 yılları arasında meydana gelmiş olması ve bu tarihte meydana gelen zararların saptanmasının artık fiilen imkansızlığı göz önüne alındığında bu tutum değişikliğinde zararların tazmini bakımından geç kalındığı söylenebilir.
Köye dönüşün engellenmesi iddiasıyla açılacak tam yargı davaları bakımından ise Danıştay’ın bu konuda açılmış davalarda tarımsal ürünlere dönük kayıpların en geç hasat zamanı bilinmesi gerektiği varsayımından kalkarak zararın meydana geldiği tarihten itibaren bir yıl içinde davaların açılması gerektiğine dönük içtihadı, zararların tazmini konusunda aşılması güç bir başka engel daha ortaya çıkarmaktadır. Buna göre, köylerine dönmelerine izin verilmeyen köylülerin her yıl o yıla ait meydana gelen zararlarına ilişkin tam yargı davaları açmaları ve davalarını sonuçlandırmaları gerekmektedir. İdare Mahkemelerinde davaların sonuçlanmasının ortalama üç yıl sürdüğü ve olağanüstü halin sürdüğü dönemde zararların saptanmasına dönük keşif işlemlerinin yapılmasındaki güçlükler de göz önüne alındığında bu yolun etkili olduğunu savunmak oldukça güçleşmektedir. Nitekim hükümetin İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi önünde geliştirdiği bu yöndeki savunmalar söz konusu Mahkemece dikkate alınmamıştır[3].

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu

Yukarıda açıklanan iç hukuktaki başvuru yollarının yanında İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlali iddialarıyla bireysel başvuruda bulunma imkânı bulunmaktadır. Ancak anılan Sözleşme’nin 35. maddesi, başvuruyu bazı koşullara bağlamaktadır. Buna göre, Avrupa Mahkemesi önünde bireysel başvuruda bulunabilmek için öncelikle iç hukuk yollarının tüketilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. İç hukuk yolları tüketildikten sonra, nihai karardan itibaren altı ay içinde başvurunun Strazburg’daki Mahkeme’ye gönderilmesi zorunludur. Aksi halde Mahkeme, başvuruları kayda almamakta ya da kayıttan düşürmektedir. İç hukuk yollarının tüketilmesi şartının istisnaları bulunmaktadır. En önemli istisna tüketilebilecek iç hukuk yolunun bulunmaması ya da söz konusu iç hukuk yolunun etkili olmamasıdır. Eğer Mahkeme, ilgili iç hukuk yolunun tüketilmesine gerek olmadığına ikna olursa, bu durumda altı aylık süre olayın meydana geldiği tarihten başlıyarak altı aylık süre içinde gerçekleştirilmelidir.
Bu teknik açıklama yapıldıktan sonra, yukarıda iç hukuk yollarının etkisizliğine ilişkin açıklamaları da göz önüne alarak, 1994 sonbaharında meydana gelen yerinden edilmelere ilişkin olarak artık bireysel başvuru yolunun kapalı olduğu sonucuna ulaşılabilir. Durum bu olmakla birlikte köylülerin köylerine geri dönme yönündeki istemlerinin geri çevrildiği Olağanüstü Halin bölgede kaldırıldığı tarih olan 2002 Temmuzuna kadar mülkiyetten yararlanma hakları çerçevesinde bireysel başvuru imkânı devam etmekteydi. Olağanüstü Hal çerçevesinde idari mercilerin işlemlerine karşı yargı yolunun kapalı olması nedeniyle iç hukuk yollarının tüketilmesinin gerekli olmadığı varsayımından hareketle, bu davaların süre gelen bir ihlalin parçası olarak Mahkeme önünde savunulması mümkündü. Ancak Olağanüstü Halin kaldırılmasından sonra iç hukuk yollarının devreye girmesiyle bu yolların tüketilmesi Sözleşme’nin 35. maddesi uyarınca zorunluluk halini almaktadır.
Bununla birlikte söz konusu iç hukuk yollarının etkili olup olmadığı sorunu hala geçerliliğini sürdürmektedir. Sorunun test edilmesi, ancak bu yönde açılmış olduğunu bildiğimiz davalara ilişkin bir içtihadi birikimle mümkün olacaktır. Ancak şu an için bu yolların teorik olarak etkili olmadığını ileri sürmek güç görünmektedir. Dolayısıyla köylerine dönmede sorun yaşayan köylülerin idare mahkemelerinde davalar açarak haklarını aramaları ve tazminat elde etmelerinin mümkün olduğu varsayımıyla hareket edilmesi yerinde olacaktır. Bununla birlikte idare mahkemelerince belirlenecek tazminat miktarlarının hakkaniyete uygun bir giderim sağlamaması ve “restitutio in integrum” ilkesi çerçevesinde, yani zararın mümkün olduğunca eski durumu sağlayacak şekilde tazmininin sağlanmasında ortaya çıkabilecek başarısızlıklar da Avrupa Mahkemesi’nin önüne getirilebilir görünmektedir.

Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi (KDRP)

90’lı yılların ortaları ülkemizin güneydoğusunda çatışmaların doruk noktasına ulaştığı yıllar oldu. O yıllar aynı zamanda yerinden edilmelerin de en yoğun yaşandığı dönem olarak toplumsal belleklerde yerini aldı. Bu tarihten sonra hükümetin yerinden edilen köylülerin köye dönüşlerini sağlamaya dönük projeleri zaman zaman gündeme getirdiğine tanık olundu. 1994 yılının Kasım ayında “Merkez Köy Projesi”, 1995 yılında “Köye Dönüş Projesi”, 1999 yılında ise “Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi” olarak dillendirilen bu projeler adları dışında kamuoyunun içeriklerine dair hiçbir bilgisinin olmadığı projeler oldular. Yüzbinlerce kişiyi ilgilendiren devasa boyutlardaki bir kırsal kalkınma projesi olduğu belirtilen böylesi bir projenin amaçları, yöntemleri, maddi kaynakları ya da programı hakkında pek fazla bilgi bulunmuyor. Bununla birlikte projenin GAP idaresi tarafından yürütüleceği ve GAP idaresinin bu konuda bir fizibilite çalışması yaptığı biliniyor. Ancak bu fizibilite çalışmasının sonuçları kamuoyu ile paylaşılmış değildir. En son İçişleri Bakanı, geçtiğimiz Şubat ayında Mecliste sorulan bir soru üzerine Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi çerçevesinde Haziran 2000 ile Ekim 2003 tarihleri arasında 95 bin kişinin köylerine geri döndüğünü ifade etmiştir[4]. Ancak bu ve buna benzer rakamlar sıkça kamuoyunun önüne gelmekle birlikte, geri dönüşlerin hangi yerlerde gerçekleştiğine ilişkin bir ayrıntı bulunmamaktadır. Bu veri geri dönüşün boyutları konusunda bağımsız kaynaklarca doğrulanabilir bir bilgi akışını olanaksız kıldığından uluslararası kuruluşlarca da güvenli görülmemektedir[5].

Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun Tasarısı

Bu yılın başlarında Adalet Bakanlığı köye dönüşün önünü açacak bir kanun teklifini Bakanlar Kuruluna gönderdi. Henüz Bakanlar Kurulunda bakanların imzalarının tamamlanmasını bekleyen yasa teklifi, eğer parlamentoda kabul edilirse, bu konunun çözümü açısından önemli bir adım olarak nitelendirilebilir. Öncelikle yasanın terör eylemlerinden zarar görenlerin yanında, devletin terör konusunda aldığı tedbirler nedeniyle zarar görenleri de kapsaması[6], yine başvuruların temelini oluşturan olayların yasanın çıktığı tarihten on yıl geriye götürülebilmesine olanak tanınması[7] olumlu yanları olarak not edilmelidir. Bunun yanında yasanın bu şekliyle yürürlüğe girmesi halinde, oluşturulacak fona aktarılması öngörülen ciddi bir mali kaynak söz konusudur[8]. Ve bu da konunun ciddiye alındığının önemli göstergelerinden biri sayılmalıdır. Bununla birlikte, zararların tespiti amacıyla oluşturulan komisyonların bağımsızlıkları ve güvenceli bir usul içinde çalışmalarına yönelik bir düzenleme bulunmamaktadır. Özellikle zarar tespit komisyonlarının oluşturulma şekli, onların bütünüyle idarenin güdümünde işleyeceğini göstermektedir. Bu güne kadar edindiğimiz deneyimler, bu komisyonların amaçlarına uygun bir biçimde işlevlerini yerine getirmeleri konusunda derin kuşkular beslenmesine neden olmaktadır. Söz konusu komisyonların denetiminin İçişleri Bakanlığı Teftiş Kuruluna, kurulacak Terör Zararlarını Karşılama Fonunun ise Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’na bırakıldığı görülüyor[9]. Oysa bu yazının yazımı tarihinde Meclis Genel Kurulunda tartışılmakta olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu tasarısı, teftiş kurullarının kaldırılmasını öngörüyor. Bir an için teftiş kurullarının yerinde kaldıklarını düşünsek bile, söz konusu teftiş kurullarının idari amirlerinden ya da siyasi etkilerden ne kadar uzak kalabildikleri, güvenceli bir bağımsızlık ve tarafsızlığa sahip olup olmadıkları tartışma konusudur.
Yine ortaya çıkan maddi zararların belirlenmesi sırasında, yerinden edilmenin doğası, aradan geçen sürede bazı kanıtların ortadan kalkması gibi durumlar gereği kanıtlanamayacak ya da kişilerden kanıtlanması beklenemeyecek kayıplarının olması, bu zarar tespit komisyonlarının mağdurların zararlarını tespitte hangi esaslara ve ölçütlere göre belirlemelerde bulunacaklarının bilinmesi sorununu gündeme getiriyor. Bu konuda yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren üç ay içinde bir yönetmelik çıkarılması öngörülüyor[10]. Çıkarılması gereken yönetmeliği görmek gerektiği kaydını düşerek, ortaya çıkacak çözümün Birleşmiş Milletlerin yukarıdaki bölümlerde değindiğimiz “Ülke İçinde Yerinden Edilmelere Dair Yolgösterici İlkeler” adlı belgenin 28. ve 29. maddelerinde ortaya konulan ilkelere uygun olması, bu konuda gerçek bir ilerleme sağlanabilmesinin temel koşulu olduğu düşüncesindeyiz. Bu temel koşul sağlanmazsa ortaya yeni bir makyaj düzenlemeden başka bir şey çıkmayacak demektir.



[*] Bu yazı Günışığı Hukuk Dergisinin Mart 2004 tarihli 13. sayısının 21 ve 22. sayfalarında yayınlanmıştır.
[1] E/CN.4/1998/53/Add.2, dated 11 February 1998, “Guiding Principles on Internal Displacement”
[2] Bkz. 285 sayılı KHK, 4. madde (h) bendi.
[3] Bkz. 16 Eylül 1996 tarihli Akdıvar ve Diğerleri v. Türkiye kararının 72. paragrafı, Selçuk ve Asker v. Türkiye, Menteş v. Türkiye kararları.
[4] Bkz. 18 Şubat 2004 tarihli Milliyet Gazetesi, “Iraktaki Mahmur Kampı Boşaltılıyor” başlıklı haber.
[5] Bkz. Human Rights Watch, “DISPLACED AND DISREGARDED Turkey’s Failing Village Return Program”, New York, Vol.14 No.7(d), October 2002.
[6] Bkz. . Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun Tasarısı, Genel Gerekçe, 3. paragraf.
[7] Yukarıda belirtilen yasa tasarısının, Geçici 1. maddesi.
[8] Yukarıda belirtilen yasa tasarısının 6. maddesi.
[9] Adı geçen yasa tasarısı, 16. madde.
[10] Bkz. Yasa tasarısı 18. madde.

Hukukçunun Güncesi

Blogumda, daha önce çeşitli dergilerde yayınlanmış insan haklarına ilişkin makalelelerim bulunuyor.

İlgilenen okuyucuların yararlanması umuduyla...