7 Şubat 2018 Çarşamba


Omurilik felçlisi başvurucunun üniversite binalarına erişiminin imkansızlığı: eğitim hakkı bakımından ayrımcılık


ÖZET

Enver Şahin v. Türkiye (Başvuru no. 23065/12) davasında İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi («Mahkeme»), altıya bir çoğunluk oyuyla 30.01.2018 tarihinde:

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin («Sözleşme»), Eğitim Hakkını düzenleyen 1 Nolu Protokolün 2. maddesinin ayrımcılık yasağını düzenleyen 14. maddesi ile birlikte ihlal edildiğine hükmetmiştir
Dava, omurilik felçlisi bir kimsenin (Enver Şahin - «Başvurucu») eğitimini sürdürebilmesi anlamında üniversite binalarına erişiminin mümkün olabilmesi için uygun kolaylıkların sağlanmamasına ilişkindir.
Mahkeme, özellikle ulusal makamlarının -özel olarak da üniversite yönetimi ve yargı yerlerinin- başvurucunun eğitim hakkından diğer öğrencilerle eşit şekilde yararlanabilmesi için gerekli özeni göstermediklerini tespit etmiştir.
İlk olarak, Rektörlüğün başvurucuya yardımcı olması için bir kimsenin görevlendirilmesine ilişkin teklifi Bay Şahin’in gerçek ihtiyaçları ile güvenlik, onur ve bağımsızlığına ilişkin dürüst bir değerlendirmeye dayanmamıştır. İkinci olarak, ulusal mahkemeler, bir bütün olarak, başvurucu ile toplum arasındaki çatışan menfaatler bakımından adil bir denge kurulup kurulamayacağına ilişkin bir tespitte bulunmamıştır. Dahası, ulusal mahkemeler idareye gereksiz ve orantısız bir yük bindirmeksizin başvurucunun mümkün olduğunca engeli olmayan öğrencilere yakın koşullarda eğitimini sürdürebilmesi için mümkün olabilecek çözümleri aramayı ihmal etmişlerdir.


Olgular
Başvurucu, Enver Şahin, 1988 doğumlu bir Türk vatandaşıdır ve Diyarbakır (Türkiye)’de yaşamaktadır.
Başvurucu Bay Şahin, 2005 yılında Fırat Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinde 1. sınıf öğrencisiyken vücudunun alt bölümünün felç geçirmesiyle sonuçlanan ciddi bir kaza geçirmiştir. Üniversiteye dönmek için yeterince iyileşinceye kadar kaydını dondurmak zorunda kalmıştır.
Bay Şahin, 2007 yılında öğrenimine devam edebilmek için üniversite tesislerinin durumuna adapte edilmesi talebinde bulunmuştur. Rektörlük cevap olarak, bütçe ve zaman kısıtlılıklarından bahsederek, talep ettiği değişikliklerin kısa vadede gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, ancak başvurucunun tesislerde olduğu süreçte kendisine yardımcı olması için birisinin görevlendirilmesi teklifinde bulunmuştur. Bay Şahin bu teklife, diğerlerinin yanında, bunun mahremiyetine bir müdahale olduğu gerekçesiyle itiraz etmiştir. Kendisi idari mahkemelere başarısız olduğu bir başvuruda bulunmuştur.

Şikayetler ve usul

Başvurucu, Sözleşme’nin ayrımcılık yasağını düzenleyen 14. maddesiyle birlikte eğitim hakkını güvence altına alan 1 Nolu Protokolünün 2. maddesine dayanarak, davalı Hükümetin fakülte binalarının durumuna uygun hale getirmeyi reddetmesi nedeniyle öğrenimini bırakmak zorunda kaldığından şikayetçi olmuştur.

Başvurucu Sözleşme’nin 14. maddesiyle birlikte özel ve aile yaşamına saygı hakkını düzenleyen 8. maddenin başka bir kimsenin kendisine yardımcı olmasının kendisini kısıtlayarak bağımlı hale getirdiği ve mahremiyetine de müdahale ettiğinden şikayetçi olmuştur.
Başvuru Mahkeme’ye 14 Mart 2012 tarihinde yapılmıştır.

Mahkeme’nin karar gerekçesi

Sözleşme’nin 14. maddesiyle (ayrımcılık) birlikte 1 Nolu Protokolün 2. maddesinin (eğitim hakkı) ihlali

1.  Üniversite mercilerinin tutumu

İlk olarak, Bay Şahin’e talep ettiği ayarlamaların kısa vadede yerine getirilememesini açıklarken, üniversite makamları her şeyden önce bu amaçla kısa bir sürede mali kaynakların hazır edilemediğini belirtmişlerdir. Bu bağlamda Mahkeme, yasa uyarınca gerçekleştirilmesi gerekli esaslı düzenlemelerin tamamlanması için ihtiyaç duyulan tam ödeneğin gelmesini beklerken   Bay Şahin’in fakülte binasına erişimi konusunun çözümsüz bırakılmış olmasını kabul edememektedir.  
İkinci olarak, Hükümet tarafından tam amacı ve niteliği açıklanmamakla birlikte fakülte başvurucunun talebini doğrudan doğruya reddetmemiş, ancak ona bir görevlinin eşlik etmesini önermiştir. Mahkeme bu yardımcının sadece felçli olan Bay Şahin’in üç katlı fakülte binasında hareket etmesine yardım için dizayn edildiği sonucuna varmaktadır.  Bu bakımdan Mahkeme engelli bir kimsenin bağımsız bir yaşam sürmesi ve onur ve kendini değerli hissetmesinin bütünüyle geliştirilmesi ihtimalinin yaşamsal önemde olduğunu ve Sözleşme’nin gerçek özünün bireyin kendi tercilerini yapma özgürlüğü dahil insan onuru ve özgürlüğüne saygı olduğunu yinelemektedir (diğerlerinin yanında, bkz., Pretty v. Birleşik Krallık, no. 2346/02, §§ 61 ve 65, ECHR 2002-III). Dahası Mahkeme, dava dosyasında rektörlüğün teklif ettiği bu tedbirin başvurucunun gerçek ihtiyaçları ile onun güvenlik, onur ve bağımsızlığına yönelik olası etkilerine ilişkin dürüst bir değerlendirmeye dayandığına ikna etmeye yarayışlı herhangi bir şey yoktur. Dolayısıyla, kendisine eşlik edecek bir kimsenin yardımı, başvurucunun mümkün olduğunca bağımsız ve özerk yaşama ihtiyacını gözardığı etmesi nedeniyle, 8. maddenin amaçları bakımından makul olarak görülemez.

2.  Mahkemelerin tutumu

İkincillik ilkesi uyarınca, başvurucunun İdare Mahkemesi’nin önünde ileri sürdüğü şikayetlerin esası Mahkeme önündeki şikayetleriyle öz olarak aynı olduğundan, Mahkeme, özellikle Bay Şahin’in eğitim ihtiyaçlarını ve yetkililerin bunları karşılayabilecek sınırlı kapasitelerine uygun şekilde bir ağırlık verdiği tespitlerinin bulunup bulunmadığı, başka bir deyişle başvurucunun ihtiyaçları ile bir bütün olarak kamunun çatışan menfaatleri arasında idare mahkemesinin bir adil denge kurup kurmadığı yönünden başvurucunun tehlike altındaki haklarına etki edip etmediği önceliklidir. Bununla birlikte İdare Mahkemesi bu kapsamda hiçbir şey söylememiştir. Esas olarak, idari mercilerin engelli kimselere yardımı amaçlayan teknik yönetmelik hükümlerinin yerine getirmesi gerektiğini belirsizce kabul ederken, [idare] mahkemesi, salt binanın 1988 yılında inşa edilmesinden önce yönetmeliğin yürürlüğe girdiği gerekçesine dayanarak üniversiteyi basitçe yükümlülüklerinden muaf tutmuştur. Bunun dışında, -bu durumu etkileyecek belirli bir teklifin mevcut olmamasına rağmen- “mimari tedbirlerin ödenek izin verdikçe yerine getirileceği”ne dair varsayıma dayanan yargılama bakımından, İdare Mahkemesi tatmin edici olduğu kanıtlanabilir şekilde gösterilmeksizin başvurucuya yardım edecek bir kimsenin atanmasının yeterli olduğunu varsaymışır. İdare mahkemesi ayrıca idare üzerine uygunsuz ve orantısız bir yük bindirmeksizin, başvurucunun öğrenimine diğer öğrencilere sağlananlara mümkün olduğunca yakın koşullar altında devam etmesini sağlayacak olası çözümleri araştırmayı da ihmal etmiştir.
Sonuç olarak, Mahkeme, Hükümetin ulusal makamların -özellikle üniversite ve yargısal mercilerin, başvurucunun diğer öğrencilerle eşit temelde eğitimden yararlanmayı sürdürebilmesini sağlamak için özen yükümlülüğüne uygun bir tepki gösterdiklerini ortaya koymamış olduğunu tespit etmiştir.  Bundan dolayı, uyuşmazlık konusu çatışan menfaatler arasında adil bir denge kurulması görevinin yerine getirilmemiştir ve Mahkeme Sözleşme’nin 14. maddesiyle birlikte 1 Nolu Prookolün 2. madesinin ihlal edildiğini tespit etmiştir.

Öteki maddeler

Mahkeme, başvurucunun diğer şikayetlerinin ayrıca incelenmesinin gerekli olmadığı kanısındadır.

Adil Tazmini öngören 41. madde hakkında

Mahkeme, Türk Hükümeti’nin başvurucuya manevi zararları için 10.000 Euro, avukatlık ücreti ve giderler bakımından 2,952 Euro’yu ödemesine hükmetmiştir.

Ayrık oy

Yargıç Lemmens’in muhalefet şerhi karara eklidir.


Karar sadece Fransızca bulunmaktadır.

27 Temmuz 2008 Pazar

Bir Amerikan Kabusu:[*] ya da Birleşik Devletler'de Cezaevleri Gerçeği

Bir Amerikan Kabusu:[*]
ya da
Birleşik Devletler’de Cezaevleri Gerçeği
“Ama artık hapishanelerin ‘ıslah’ yerleri olarak görüldüğü dönemler bile çok gerilerde kaldı. Güvenlik sistemlerine dayalı toplumlar ‘tehlikeli’ yi, ‘anormal’ i, ‘kötü’ yü, ‘rahatsız edenleri’ ve fiziksel olarak ortadan kaldıramadıklarını açıkça kapatıyorlar (...) Toplum açısından hapishane, ideal ölüm yeridir; çünkü öldürme yoluyla erişilemeyecek sayıda kişiyi kitle halinde ortadan kaldırma imkanı vermekte, ‘duygu tasarrufu’ sağlamaktadır.”

Işık Ergüden
Örnek Bir Şiddet Mekanı: Hapishane
Cogito, Şiddet, Kış- Bahar 1996, YKY,Sayı: 6-7, s.116

Birleşik Devletler’ de yaşayanlar yirmi yıldır ülkelerinin büyük bir suç dalgası ile karşı karşıya olduğuna inanarak yaşadılar. Yapılan araştırmalar bize bu inancın bütünüyle doğru olmadığını gösteriyor . Geçtiğimiz yirmi yılda genel suç oranlarında bir düşüş olduğunu Federal Adalet İstatistikleri Bürosu’ nun raporlarından biliyoruz.[1] ABD kamuoyunun yanıldığı bir başka konu ise ABD’ nin diğer ülkelerden daha fazla suç işlenen bir ülke olduğudur. Hollanda Adalet Bakanlığı tarafından 1992’ de yürütülen bir uluslararası araştırmaya göre, ABD başka ülkelerden daha fazla suç işlenen bir ülke olarak saptanamamıştır. Tam aksine Avustralya ve Yeni Zelanda’ daki hırsızlık oranları; İspanya’ daki gasp ya da Kanada, İspanya, Avustralya ve Yeni Zelanda’ daki yankesicilik yoluyla hırsızlık oranları, ABD’ nin aynı kategorideki suç oranlarının üzerindedir.[2] Yine Birleşik Krallık’ ta İçişleri Bakanlığı’ nın yaptırdığı karşılaştırmalı bir araştırmaya göre 1987- 1993 yılları arasında İngiltere ve Galler’ de suç oranları, ABD’ dekinden %5 daha yüksek bir artış seyri göstermiştir.[3] Dolayısıyla ABD kamuoyunun suç ve suçluluk konusunda bir algılama bozukluğundan muzdarip olduğu söylenebilir.
ABD toplumunun yaşanılan gerçekliği yanlış algılaması suç karşısında daha cezalandırıcı bir toplum olma konusunda anlaşmış bir kamuoyu ve hızla kalabalıklaşan cezaevlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Dolayısıyla ABD toplumunun suç ve suçluluk sorunu karşısındaki tepkisinin akıldışı olduğunu ilk bakışta söyleyebiliriz. Akıldışıdır çünkü, suç ve ceza politikalarının kalkış noktası yanlışlığı bilimsel araştırmalara dayanan gerçekler yerine batıl inançlara dayanmaktadır. Hapsetmek ABD vergi mükelleflerinin o çok önemsedikleri mali nedenlerden dolayı da akıldışıdır; çünkü hapsetmek kişiyi dışarıda tutmaktan daha pahalıdır. Bir mahkum için yıllık harcamanın yaklaşık 22.000 dolar olduğu hesaplanmaktadır. ABD cezaevi nüfusunun 2000 yılı başındaki verilere göre 2 milyonu aştığı düşünülürse bu konuda yapılan harcamanın 35 milyar doları geçtiği görülür.
Baskı altında bir sistemden baskıcı bir sisteme
İşte bu noktada ABD suç politikasının gerçek sorunları ortaya çıkmaya başlar: çünkü akıldışılık yalnız genel suç ve ceza politikasının oluşturulmasında belirmez. Aynı zamanda bu paranoyayı büyük ölçüde koşullayan cinayet olaylarının sıradan ve rasgele oluşu da toplumun suç ve suçluluk sorununa akıldışı tepkiler üretmesini körüklemektedir. ABD yalnızca cinayet oranları bakımından diğer ülkelerin önünde yer almaktadır. ABD yılda ortalama 24.000 cinayet in işlendiği bir ülkedir. Muhtemelen Los Angeles’ da yaşayan bir kimse Sydney’ dekinden 20 kat, İstanbul’dakinden ise 30 kat daha fazla öldürülme riski altında yaşamaktadır.
Bu durum, Amerikalıların genel bir suçluluk sorunundan çok özel bir suç tipi ile bağlantılı sorunları olduğunu düşündürmektedir. ABD’ de uyuşturucu ile bağlantılı olarak silah kulallanımı şiddet suçlarının oransal büyüklüğünü açıklamakta sürekli kullanılan sebeplerin başında gelmektedir. Aslında cinayetlerin çoğunun ateşli silahlarla işlendiği düşünüldüğünde sorunun çözümü de bir o kadar basitleşmektedir: ateşli silahlara sahip olabileceklerin sınırlandırılması, silah satın alınması ve bulundurulmasının sıkı kurallara bağlanması. Bugün ABD içinde 200 milyondan fazla ateşli silahın dolaştığı bilinmektedir.[4] Yine 1997 yılı verilerine göre ABD’ nin toplam ateşli silah üretimi üç buçuk milyonun üzerindedir ve bu üretimin ancak iki yüz bini dış pazarlara sunulmuştur.[5] Kişilerin ateşli silah edinmesini denetim altına alan ve sınırlayan hukuki düzenlemeler yok denecek kadar azdır. Buna karşın ABD Hükümeti’ nin silah bulundurmasını ve taşımasını sınırlandıracak bir hukuki düzenleme üzerinde çalıştığı biliniyor.[6] Ancak Ulusal Tüfek Derneği ve silah üreticileri lobisinin Kongre ve ABD kamuoyu üzerindeki etkisi güçlüdür ve son zamanlardaki okul ve işyeri katliamlarıyla Amerikan kamuoyunun ateşli silahlara olan inancı sarsılmakla birlikte bu durum değişmiş değildir. Ancak 2000 Kasım’ ında yapılacak başkanlık seçimlerinin kilit konularından birini şimdiden ateşli silahlara ilişkin sınırlama sorununun oluşturacağını söyleyebiliriz.[7]
ABD halkının suç karşısında depreşen paranoyası federal hükümet ve eyaletlerde daha ağır ve katı yasaların çıkarılmasına yol açmakta gecikmemiştir. Bu konudaki eğilim önce “zorunlu mahkumiyet” yasalarının eyaletler ve federal parlamentodan geçmesi ile belirginleşmiştir. “Zorunlu mahkumiyet” e dair yasalar, belirli suçlar için herhangi bir hafifletici sebepten, ceza indiriminden, şartlı tahliye ya da denetimli serbestlik gibi infaz süreci olanaklarından yararlandırılmaksızın mahkemelerin sanığı çarptıracağı asgari cezayı belirlemektedir. Örneğin Michigan Eyaleti’ nde 650 gram kokainle yakalanan birine zorunlu olarak verilecek ceza müebbet hapistir. Aynı şekilde beş gramdan fazla krakla (ucuz olduğu için siyahların daha çok kullandıkları bir tür sentetik uyuşturucu) yakalanan biri en az beş yıla mahkum edilecektir. Bu yasanın ardından Başkan Clinton tarafından desteklenen ve 20 küsur eyalette yürürlüğe giren “üç cürüm yasası” ortaya çıkmıştır. Üçüncü cürümünü işleyen birinin zorunlu olarak ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasını öngören bu yasadaki cürümün ciddiliği ve bu yüzden yasanın fail üzerindeki etkisi eyaletten eyalete farklılık göstermektedir. En popüler vaka üçüncü cürüm olarak pizza çalan bir adamın aldığı müebbet hapis mahkumiyetidir. Bu vaka size uç örnek olarak görünebilir, ama örneklerin bununla sınırlı olmadığına ilişkin elde yeterince veri bulunmaktadır.[8]
Sosyal devlet öldü, yaşasın hapishane devleti
Suç ve cezalandırma politikalarındaki bütün bu gelişmeler 1970’ lerin sonlarında ABD’ nin 200.000 olan hapishane nüfusunun 1996’ da 5.4 milyon insanın infaz sisteminin bir yerlerinde (hapishane, denetimli serbestlik, şartlı tahliye) olmasının altında yatan olguları açıklamakta yine de yetersiz kalmaktadır.[9] Son veriler ABD Cezaevlerindeki hükümlü ve tutuklu sayısının iki milyonu aştığını ortaya kaymaktadır. ABD nüfusunun dünya nüfusunun %5’ ine karşılık geldiğini, buna karşın dünyada cezaevlerinde bulunanların toplam nüfusun %25’ ini ABD’ dekilerin oluşturduğunu söylersek bu iki milyonun anlamı daha iyi anlaşılabilecektir.[10] Cezaevlerinin günümüz ABD toplumunda üstlendiği yeni işlevin ceza adaleti sistemi dışında bir anlamı olduğu, sorunun başka boyutları deşilmeye başlandığında ortaya çıkmaktadır.
“Duygu tasarrufu”
Hapishane 19. yüzyılın ortalarında ABD’ de kurumsallaştığında temel olarak toplum-dışı ve başkalarının bakımına bağımlı nüfus gruplarının denetim altına alınması amaçlanmıştı. Hapishanelerin konuklarının çoğunluğu “yeni dünyaya” henüz yerleşmiş göçmen işçiler ve yoksullardı. Bugünlerdeyse ABD cezaevi sistemi, gereksizleşen ya da hem yeni istihdam ilişkilerinin oluşturulması hem de refahın yeniden dağıtılması sürecine uyum sağlayamayan işçi sınıfının ve geleneksel olarak bu sınıfın en yoksullarını temsil eden Afro-Amerikalılar ve Latin kökenliler için benzeri bir işlevi üstlenmiş görünmektedir.
1980’ lerle birlikte neo-liberal politikaların bir yandan özelleştirmeyi, diğer yandan işten çıkarmaları özendirmesi; üretimin yeniden yapılandırılması sürecinde gereksizleşen ve istihdam dışına itilen geniş toplum kesimleri yarattı. Federal hükümet ve eyalet yönetimleri üretimden dışlanan kesimlerin gelişen yeni sürece uyum sağlanması için sosyal servislere, eğitime ayrılan payı artırmak yerine “esnek çalışma” ilkesi adı altında iş ve çalışma güvencesini ortadan kaldıran politikalara ağırlık verdiler. Doğal olarak zaten yoksul olan kesimlerin yanına yeni yoksulların eklenmesi ve beraberinde denetim altında tutulması gereken geniş bir yoksullar kitlesi ortaya çıkması için fazla zaman geçmesi gerekmedi.
Sosyal devletten vazgeçilmesinin faturasını yine yoksullar ödediler. Eğitim, sosyal güvenlik ve sosyal destek hizmeti sağlayan servislerin bütçeleri alabildiğine kısılırken cezaevleri söz konusu olduğunda kesenin ağzı cömertçe açıldı. 1981 ile 1991 yılları arasındaki on yıllık dönemde federal bütçeden eğitime ayrılan pay %25 azalırken federal hükümetin ceza adaletine ayırdığı pay %29 artırmıştır.[11] Birleşik Devletler 1993 rakamlarına göre yargısal sisteme harcadığının %50 fazlasını cezaevi yapımı ve işletilmesine harcadığına göre %29’ luk artışın nereye harcandığı da ortaya çıkmaktadır.[12]
Cezaevi yapımı ve işletmesi “Cezaevi işi” adı verilen dev bir istihdam sektörünü doğurmuştur. Yalnızca Demokrat Clinton yönetimi sırasında 1998’ e kadar 213 yeni hapishane yapılmış, ironik bir biçimde hükümet her alanda istihdamı kısarken federal ve eyalet hapishanelerinde çalışan personel sayısı 264 binden 347 bine yükselmiştir. Yeni bildirildiğine göre “Cezaevi Endüstri”sinde 523.000’ den fazla kişi istihdam edilmektedir ve istihdam yaratan sektör olarak ülkenin en büyük işvereni olan General Motors’ tan sonra ikinci sırayı almaktadır. Bu yılın başında çıkan akademik bir raporda özel cezaevlerinin ABD Ceza Adaleti Sistemi içindeki büyümesine dikkat çekilmektedir. Bu rapora göre, 27 eyalette 100’ den fazla özel cezaevinde 100 bin’ den fazla hükümlü bulunmaktadır.[13] Bütçe kısıtlılıkları ve devlet müdahalesinin azaltılmasına ilişkin siyasal felsefe cezaevlerini serbest pazara açmıştır.
ABD’ deki ırkçılığın yeni görünümleri
Durumun vahametini kavrayabilmek için birlikte son bir göstergeye daha bakacağız: Hapishane nüfusunun renk analizi. Bu konuda yapılan pek çok araştırma Birleşik Devletler’ deki cezaevi sisteminin “renk körü” olmadığını bize göstermektedir. Keyfi gözaltılara siyahların daha fazla maruz kaldıkları biliniyor. Bu konuda ilginç bir örnek Chicago’ da 1992 yılında yürürlüğe giren “serserilikle mücadele yasası”dır. Yasa, çete olduklarından kuşkulanılan iki ya da daha fazla işsiz güçsüz kişinin biraraya gelmesi halinde, polise bu kişileri dağıtma yetkisi vermektedir. Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ASÖB) İllinois şubesi bu yasa hükümleri gereğince gözaltına alınan 41.000 gencin çoğunluğu Afro-Amerikan ve Latin kökenden geldiğini bildirmiştir.[14] Bu yasa daha sonra Ekim 1997 yılında İllinois Yüksek Mahkemesi tarafından örgütlenme ve seyahat özgürlüğünü de içeren anayasal güvenceleri ihlal ettiği gerekçesi ile iptal edildi.[15]
Michigan Eyaleti’ ndeki bir çalışma ise beyaz gençlerin suç mahallinde durdurulan ya da gözaltına alınan siyahlardan daha fazla serbest bırakıldıklarını, siyahların ise daha fazla mahkemeye çıkarıldıklarını bulguladı. Güvenlik güçlerine gençleri neden durdurdukları sorulduğunda bir memur “şüpheli” görünenleri soruşturduklarını belirtmiştir. Bir başka memurunsa şüpheliyi “bir beyazın çevresinde dolaşan siyah çocuk” olarak tanımladığı belirtilmektedir.[16] Örneğin New York polisinin eğitimi için hazırlanan pek çok materyalde bu ırkçı ön yargıları besleyecek tarzda bölümler bulunduğu bildirilmektedir.
Bu önyargıların yıkıcı etkileri karşılaştırmalı bir bakışla daha iyi anlaşılabilir. Washington’ da bulunan bir Ceza Reformu Grubuna göre 20-29 yaşındaki siyah erkeklerin üçte biri denetimli serbestlik, şartlı tahliye altında ya da hapishanede bulunmaktadır.[17] Büyük kentlerde bu oran iki de bire ve varoşların yoğun olduğu yerlerde beşte dörde çıkmaktadır. Öyle ki bu durum dolayısıyla ABD ceza adaleti sisteminin işleyişi Vietnam Savaşı’nda kullanılan “ara ve yok et” deyimi ile tanımlanmaktadır.[18] Hapishane nüfusunun %60’ dan fazlasını siyahların oluşturması, yetişkin her beş siyahtan birinin hapishane sistemi ile tanıştığını gösteriyor. Siyah Amerikalıların ABD nüfusunun %12’ sini oluşturduğu gerçeği göz önüne alındığında oran olarak Afro-Amerikalıların ve Latin kökenlilerin cezaevlerinde ezici bir çoğunluğa sahip bulundukları anlaşılmaktadır.[19] Azınlık gruplarından hapsedilenlerin oranı düzenli olarak artmasıyla bu oran gittikçe büyümektedir. Bütün yaşamı boyunca bir siyah erkeğin hapishanede bir yılını geçirme olasılığı üçte bir, bir latin için bu oran altıda bir ve bir beyaz için bu oran 23’ de birdir.[20] Bunun bir nedeni de siyah Amerikalılar üzerindeki uyuşturucu suçları ile ilgili mahkumiyet politikalarının aşırı etkisidir. Kokain genellikle beyazların kullandığı uyuşturucu türü olarak bilinmektedir. Siyahların ise diğerinden çok daha ucuz olduğu için krak kullandıkları bilinmektedir. Federal Cezalara göre beş gram krakla yakalanmanın cezası beş yıl hapistir. Aynı cezayı kokain kullanıcısının alması için yarım kilo kokain bulundurması gerekmektedir. Görüldüğü gibi uyuşturucu suçlarının hedefi açıkça siyahlardır.
Herhangi bir biçimde cezaevi ile tanışmış bir kişinin düzenli bir işe girebilmesi neredeyse imkansızdır. Her beş Afro- Amerikalıdan birinin infaz sistemi ile ilişkisi bulunduğuna göre işsizliğin özellikle Afro- Amerikalılar için ne demek olduğu daha iyi anlaşılabilir. Bu durumda siyahların kronik işsizlik sorunu altında olduğu görülmektedir. İşverenler çoğunlukla iş arayan eski mahkumları elemek için adli sicil ile ilgili veri bankalarını kullanmaktadır. illinois Eyalet Hükümeti bütün adli sicil bilgilerini internete açmıştır. Bu bilgilerin herkese açık olması, sadece suçluları değil aynı zamanda onların ailelerini, arkadaşlarını, komşularını ve yakın çevrelerini de polisin ve hapishane sisteminin hedefi haline getirmektedir. Bu duruma kriminologlarca Yeni Amerikan Apartheid’ i adı verilmeye başlanmıştır.[21]
ABD cezaevlerinin insan hakları karnesi kırık
ABD’ deki cezaevleri nüfusundaki hızlı ve geometrik büyüme inanılmaz boyuttaki insan hakları sorunlarını da gündeme getirmektedir. ABD cezaevi sisteminin bugün ulaştığı durumda ağır insan hakları ihlallerine yol açtığı, hatta, buna desteğin belli ölçüde yargıdan geldiği söylenebilir. ABD mahkemeleri, kadın hapishanelerinde erkek gardiyan çalıştırılmasından vazgeçilmesini, Federal Anayasa’ nın ayrımcılık yasağına aykırılık oluşturacağı gerekçesiyle uygun olmayacağına karar verebilmiştir. Buna karşın 1997 yılında Adalet Bakanlığı kadın mahkumları, giyinirlerken, duş alırlarken ya da tuvaletleri kullanırken erkek gardiyanlarca izlenmeleri de dahil olmak üzere cinsel istismarlara ve saldırılara karşı korumadığı gerekçesiyle Michigan ve Arizona Eyaletlerini mahkemeye vermiştir. Kasım 1997’ de Pennsylvania’ da bulunan bir “Maksimum Güvenlik”[22] hapishanesi olan SCI Greene’ yi ziyaret eden Af Örgütü’ nden bir delegeye mahkumlar, gardiyanlar tarafından dövüldüklerini ve ırkçı tacize maruz bırakıldıklarını anlatmışlardır. Mayıs 1998’ de aynı cezaevinde yapılan bir soruşturma sonucu çok sayıda gardiyan işten atılmış ve 20 kadarı disiplin cezasına çarptırılmışlardır.[23]
Amerika Birleşik Devletleri, Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ ni ve ilgili bir dizi uluslararası sözleşmeyi onaylamasına karşın, Birleşik Devletler’ deki hukuk sistemi özellikle “kısıtlama araçlarının” kullanılış biçimi, kadın mahkumların denetimi, çocukların yetişkin mahkumlardan ayrılması gibi bir çok alanda uluslararası standartlardan daha aşağı düzeyde koruma sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, 1995 yılında ABD’ de kısaca Supermax olarak adlandırılan “Maksimum Güvenlik” hapishanelerinin uluslararası standartlara aykırı olduğunu açıklamıştır.[24] Ama insan hakları sorunları yalnızca “supermax” cezaevlerinde yaşanmamaktadır. Bir çok yerel cezaevinde pis, güvenliksiz, havalandırma ve fiziksel aktivitelerin yapılmasına uygun olmayan ortamlar bulunmaktadır.[25] Cezaevi personeli genellikle eğitimsizdir. Nedense bütçelerde personelin eğitimi için çok az para bulunmaktadır. Mahpusun kendisinin ve çevresinin güvenliği için ancak zorunluysa kullanılması gereken kelepçe, pranga ya da deli gömleği gibi “kısıtlama araçları” nın sırf cezalandırma amacıyla kullanıldığı durumlara yaygın olarak rastlanmaktadır.[26] Ayrıca çok sayıda kadın mahkumun insan onuruna aykırı şekilde doğum sırasında ayaklarından kelepçelendikleri rapor edilmiştir.[27] İnsan Hakları konusunda dünyaya akıl öğreten bir ülkenin cezaevlerinde yaşananlar ironik olmakla birlikte, dünya kamuoyunun bu ülkede yaşanan insan hakları ihlallerine karşı bilgisizliği ve duyarsızlığı utanç vericidir.
Sonuç
ABD deneyimi bugün bize sosyal devleti ve hapishane düzenini katı çizgilerle birbirinden ayırmanın aslında cezaevlerini anlamamak anlamına geldiğini göstermiştir. Gelişimine neo-liberal politikaların eşlik ettiği her yerde, yoksulluğun kriminalizasyonu ve güvenceli istihdamdan geriye ne kalmışsa ondan kendilerini dışlanmış bulanlar, ortaya çıkan yeni devletin bizi daha baskıcı ve paternalist bir çağa sürüklemekte olduğunu yaşayarak görebilirler.
Bugün “özgür batı” nın hapishaneleri doludur. ABD’ dekiler hepsinden daha doludur. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca, yasa ve düzeni sağlamayı takıntı derecesinde kendisine iş edinmiş bir toplumun cezalarını nasıl katılaştırdığını ve insanlık dışı hale getirdiğini gözlemlemekteyiz. Katılaşmadan en kötü şekilde etkilenenler Amerikan rüyasından dışlananlar oldular. Bu “yeni dünya düzeni” liderinin ülkesinde, geçtiğimiz yirmi yıl boyunca sosyal devlet bilinçli olarak ihmal edilmiştir. İş sosyal refaha geldiğinde sürekli olarak kemerler sıkılmış; ama sıra eğitmek, iş güvencesi sağlamaya değmez olanları hapsetmeye geldiğinde tam aksi yapılmıştır. Bunun doğal sonucu yoksulluğun ve suçluluğun belli toplumsal katmanlarda yoğunlaşması olmuştur. Toplumun aşağı katmanlarının kurtulması gittikçe zorlaşan bir suçlu yakalama ağı ile çevrelenmesi, yoksulluğun kriminalizasyonu ve hepsinden önemlisi refah devletinden polis devletine hızlı bir geçiş, ABD’ de geçirdiğimiz yirmi yıla damgasını vuran gelişmelerdir. Yirmi birinci yüzyıla yeni girdiğimiz şu günlerde teknolojik açılımların insanlığın önüne serdiği olanaklar, ABD toplumunun kenarında yaşayanlara ulaşmış görünmüyor. Toplumun kıyısındaki unsurları kriminalize etmeyi haklı çıkarmaya çalışanlar “gerçekçilik” e, “suçla ve terörle mücadele” gerekliliği gerekçesine başvuruyorlardı. Ürkütücü bir biçimde bu yönelim şimdi dünyanın başka yerlerinde(!) de hızla benimsenmektedir. Türkiye’ nin yeni bir cezaevi sistemine yönelirken ABD cezaevi sistemine öykünmesi- üstelik de ABD’ nin içinden ve dışından ceza ve infaz sistemleri yoğun eleştirilere hedef olurken- pek çok açıdan sorunu yalnızca daha da içinden çıkılmaz bir duruma sokacaktır.
Gümüşsuyu, Mart 2000
Av. Hasan Kemal ELBAN



[*] Bu yazı Aylık Sosyalist Kültür Dergisi Birikim’in 136. sayısı olarak Ağustos 2000 tarihinde yayınlanmıştır, s.49 vd.
[1] Bu ve bundan sonraki veriler başka bir kaynak gösterilmediği sürece Federal Adalet İstatistikleri Bürosu’ nun bildirdiği veriler olacaktır.
[2] Bkz. The Economist; Crime in America, 8 Haziran 1996, Cilt 339 No. 7969, sf. 23.
[3] Jack Straw, “Penal Sistem in Crisis”, Law Reform for All, Blackstone Press Ltd., London-1996, p. 33
[4] Uluslararası Af Örgütü, “United States of America: Rights for All” , Amnesty International Publications Northamptonshire 1998, s.7
[5] Bkz.Mark Hosenball, Brad Stone, Tara Weingarten, Ana Figueroa tarafından Newsweek Dergisi için hazırlanan Özel Rapor: “In the Line of Fire”; 23 Ağustos 1999 tarih, Cilt: CXXXIV, No. 8, sayfa .8 vd.
[6] Bkz. Gülriz Ergöz, “Panorama: Silahların Seçimi”, Radikal Gazetesi, 20 Mart 2000, yıl:4, sayı:1255, s.10
[7] Bkz Matt Bai’ nin “The Feds Fire a Round, Washington’ s new tactic: targets gunmakers with litigation” başlıklı yazısı, Newsweek, 20 Aralık 1999 tarih, Cilt: CXXXIV, No. 25, sayfa. 28. Ayrıca Newsweek için 12-13 Ağustos tarihlerinde yapılan bir ankete göre ABD halkının %74’ ünün daha sıkı bir silah kontrolü istediğini açıklayan haber için bkz. Howard Fineman, “The Gun War Comes Home”, Newsweek, 8 Ağustos 1999, Cilt. CXXXIV, No.8, s.15
[8] The Economist, a.g.y.
[9] E. Currie, “Crime and Punishment in America” , Metropolitan Books, New York 1998
[10] The Guardian Weekly, “US jails two millionth inmate”, Duncan Campbell, 17/23 Şubat 2000, Cilt. 162/No.8, s.1
[11] Jack Straw, agy, s. 41
[12] Steve Gold, “Trends in State Spending”, Center for the Study of the States, Rockefeller Institute of Government, New York, 1991, s. 33; ayrıca karşılaştırmalı rakamlar için bkz. The Economist; agy, s. 26-27
[13] Bkz. The Guardian Weekly, agy, s.1
[14] ASÖB’ nin 17 Ekim 1997 tarihli basın açıklamasından aktaran Uluslararası Af Örgütü, agy., s.40
[15] Chicago v. Jesús Morales .
[16] Uluslararası Af Örgütü, agy, s.40
[17] The Economist, agy, s.24 vd.
[18] Jerome Miller, Ara ve Yoket: Ceza Adaleti Sisteminde Afro Amerikalı Erkekler, Cambridge University Press, Cambridge, 1997
[19] Uluslararası Af Örgütü, agy, s.56
[20] Loïc Wacquant, Refah Devletinden Hapishane Devletine: Amerikan Yoksullarını Hapsetmek, Le Monde Diplomatique (İnglizce Baskı), 8 Eylül 1998
[21] Noam Chomsky, “The United States and the challenge of relativity”, Human Rights Fifty Years On A reappraisal, Edited by Tony Evans, Manchester Universty Press, Manchester 1998, s.49
[22] ABD’ de özellikle ölüm cezası mahkumları ve tehlikeli sayılan mahkumların kapatıldığı özel tip cezaevleri kısaca “Supermaks” olarak adlandırılmaktadır. Bu tür cezaevlerinde kalan mahkum sayısı 1997 yılında 13.000 iken sayı her yıl artış göstermektedir. Burada mahkum küçük bir hücrede tek başına penceresiz ve havalandırmaya çıkmaksızın 20-24 saat kalabilmekte, her hareketi bir video kamera tarafından izlenmektedir . Bu tür hapishanelerin kendiliğinden işkence ve kötü muamele ve ceza anlamına gelmeyeceğine karar veren ABD mahkemelerinin aksine BM İşkence Özel Raportörü bu tür hapishanelerin işkence, insanlıkdışı, aşağılayıcı ve zalimane ceza anlamına geldiğini rapor etmiştir. Bkz. UN Doc.E/CN.4/1996/35; ayrıca Human Rights Watch ve Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları kuruluşlarının bu ülkedeki cezaevlerindeki insan hakları ihlallerine ilişkin kaygılarını dile getirdikleri çok sayıda rapor için bu örgütlerin websitelerini ziyaret etmenizi öneririz. Sırasıyla:www.hrw.org ve www.amnesty.org
[23] Uluslararası Af Örgütü, Haklar Herkes İçin: Amerika Birleşik Devletleri’ nde İnsan Hakları İhlalleri Raporu, AI index: AMR 51/40/98; bu raporun Türkçe çevirisi Uluslararası Af Örgütü/Türkiye tarafından yapılmıştır. İsteyenler amnesty@superonline.com adresinden edinebilirler.
[24] İHK’nin 6 Nisan 1995 tarihli Yorumları, UN Doc. CCPR/C/79/Add.50
[25] International Helsinki Federation for Human Rights, Annual Report 1999, s.286
[26] Uluslararası Af Örgütü, “United States of America: Rights for All”, s. 65 vd.
[27] Uluslararası Af Örgütü, agy. s. 70

10 Haziran 2008 Salı

AVRUPA KONSEYİ VE İNSAN HAKLARI AVRUPA MAHKEMESİ İLİŞKİLERİ

Av.Hasan Kemal Elban

1. Tarihsel Arka Plan

İkinci Dünya Savaşının hemen ertesinde Avrupa Konseyi’nin kuruluşu ile ilgili çalışmalar yürütülürken insan haklarına saygı Avrupa Konseyinin temel değeri olarak demokrasi ile birlikte kutsanmıştır. Yarım yüzyıl gibi bir süre iki dünya savaşının patlak vermesine neden olan Avrupa ülkeleri, özellikle kendi topraklarında ağır ve yaygın insan hakları ihlallerinin yaşandığı II. Dünya Savaşından sonra bir daha böylesi bir yıkımın yaşanmaması için çareler aramaya başladılar. Ancak bunun için öncelikle II. Büyük Savaşın nedenleri ve sorumluları belirlenmeli; ondan sonra bu rahatsızlığın tedavisine girişilmeliydi. Öyle de oldu. İkinci Dünya Savaşının ertesinde özellikle Batı Avrupa’da totaliter rejimler birbiri ardına yerlerini demokratik cumhuriyetlere bıraktılar. Başını Batı Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya’nın çektiği bu totaliter ve otoriter rejimlerdeki dönüşüm, demokratik ve insan haklarına dayalı anayasaların kabulü ile taçlandırıldı. Aslında yaşanan sürecin sonunda gelinen noktada bütün bu felaketlerden çıkarılan ders, demokratik ve çoğulcu bir siyasal yapının Kıtaya egemen olmasının bir daha böylesi bir savaşın yaşanmaması için olmazsa olmaz koşul olduğuydu. Demokrasi ve çoğulcu bir siyasal yapının varlığı ise ancak bireylerin insan hakları korunarak ve güçlendirilerek güvence altına alınabilirdi. II. Dünya Savaşının hemen ertesinde yerleşen bu anlayış, Avrupa Kıtası çapında bir uluslararası yapılanmanın oluşturulması gereğini de kendisine dayatıyordu.

II. Dünya Savaşının hemen ertesinde, 1948 yılında Lahey’de toplanan Avrupa Kongresi, bir daha böylesi bir savaş yaşanmaması için bir birlik ya da federasyon oluşturulmasına; kurulacak bu birliğin demokratik bir şekilde yönetilen ve oluşturulacak bir İnsan Hakları Şartına saygıyı taahhüt eden bütün Avrupa uluslarına açık olması gerektiğine karar verildiği ilan edilmekteydi. Aynı karar metninde, böyle bir Şartın taslağını hazırlayacak bir Komisyon kurulmasına da karar verildiği ifade ediliyordu.[1]

Avrupa Konseyi’nin Statüsüne bir göz atılırsa, bu kararın yansıması üçüncü maddesinde açıkça görülecektir. Ancak insan haklarına ilişkin tek atıf Statünün üçüncü maddesi ile sınırlı değildir. Statünün diğer pek çok maddesinde insan haklarına ilişkin vurgular dikkat çekmektedir. Hatta sekizinci maddesinde ciddi insan hakları ihlallerinin üye Devletin Konsey’deki üyeliğinin askıya alınması ya da çıkarılma sebebi olduğu öngörülmüştür.

Avrupa Konseyi Statüsü, Lahey Kongresinden bir yıl sonra 5 Mayıs 1949 tarihinde imzalandı. Bir İnsan Hakları Şartı hazırlanmasını kurucu on Devlet, yeni kurulan Avrupa Konseyinin temel önceliği olarak ortaya koyduklarından, Konseyin kuruluşunun üzerinden daha bir buçuk yıl geçmeden 4 Kasım 1950 tarihinde İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Avrupa Sözleşmesini Roma’da imzaladılar. İmzalanan bu Sözleşme görece kısa bir süre sonra, 3 Eylül 1953 tarihinde, yürürlüğe girdi.

Aslında İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi («Sözleşme») kendisinden önce İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile Amerikan İnsanın Hak ve Görevleri Bildirisinin izinden gitmişti. Bununla birlikte Sözleşme, bu uluslararası insan hakları belgelerini aşarak bağlayıcı bir hukuki metin olarak öne çıkıyordu. Ama daha da önemlisi, devlet başvuruları ya da bireysel başvuruların ele alınması yoluyla çalışan İnsan Hakları Avrupa Komisyonu ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi («Mahkeme») adı altında ikili mekanizmadan oluşan bir denetim organı da öngörmekteydi. Bu haliyle Mahkeme, Avrupa Konseyi’nin Avrupa’da barışı tesis etmek ve koruma görevini yerine getirirken kullandığı asli araçlardan biri olmayı sürdürmektedir.

Onun ürünü olmasına karşın İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Avrupa Konseyi’nin bir organı değildir. Sözleşme’nin organıdır ve ilke olarak Avrupa Konseyi’nden ve organlarından da bağımsız olarak çalışır. Ancak, Mahkeme -Avrupa Konseyinden bağımsız olmakla birlikte- Konsey’in amaçlarını gerçekleştirmesi açısından hepsi birlikte organik bütünlük oluşturan temel araçlarından biri olarak tasarlanmıştır ve doğası gereği Avrupa Konseyi’nin diğer organları ile karşılıklı etkileşim ve iletişim içinde yargısal işlevini yerine getirir.

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, Parlamenterler Meclisi, Bakanlar Komitesi gibi organlar, Mahkeme’nin yapılanması ve işlevini yerine getirirken karşı karşıya kaldığı sorunlara son derece duyarlıdırlar. Konseyin diğer organları, Mahkeme’nin kararlarını ve ayrıca bu kararlarda ortaya koyduğu ilkeleri yakından izlemekte ve çalışmalarında kendilerine rehber olarak almaktadırlar. Öte taraftan Mahkeme de Konsey’in diğer organlarının çalışmalarını yakından izler ve kararlarını oluştururken bu çalışmalardan geniş ölçüde yararlanır.

Mahkeme’de yaşanan gelişmeler, Konseyin neredeyse bütün organları tarafından yakından izlemekte ve Mahkeme’nin karşılaştığı sorunların üstesinden gelebilmesi için gerekli donanımı ve yapısal araçları sağlamak konusunda bu organlar tarafından azami çaba harcanmaktadır. Bu olgu, özellikle Soğuk Savaş sonrası Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Sözleşme sistemine dahil olmalarının bir sonucu olarak, Mahkeme’nin iş yükünün, kapasitesinin çok üzerinde artmaya başlamasıyla son derece yaşamsal bir önem kazanmış görünmektedir. Mahkeme’nin etkili bir şekilde çalışmalarını yürütebilmesini sağlamak adına gösterilen çabalar, Mahkeme’nin daha etkili çalışmasını amaçlayan Sözleşme’ye ek protokollerin imzaya açılması ve yürürlüğe girmesinde somut olarak kendini göstermekle birlikte[2], bunun gerisinde çok daha uzun soluklu bir izleme, tartışma ve çözüm önerilerini de içeren raporlama süreçleri söz konusudur.

Parlamenterler Meclisinin, Komisyonları aracılığıyla, Konseye üye devletlerin insan hakları durumuna ilişkin olarak insan haklarının değişik boyutlarını dikkate alan çok sayıda rapor, üye Devletlerin insan haklarına yönelik taahhütlerinin gözlenmesi görevinin bir parçası olarak, Genel Kurul oturumlarında tartışılır ve kabul edilirler. Yine Avrupa Konseyinin bir organı olan ve ileride daha ayrıntılı olarak ele alınacak olan İşkencenin Önlenmesi Avrupa Komitesi (CPT), İnsan Hakları Komiserliği ya da Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu (ECRI) tarafından üretilen raporlardan da Mahkeme, kararlarında geniş ölçüde yararlanılmaktadır. Tersi durum da aynı derecede doğrudur. Avrupa Konseyinin adı geçen bu organları da sıklıkla raporlarında Mahkeme kararlarına atıflarda bulunmakta ve onun ortaya koyduğu ilkelerden yola çıkarak ilgi alanlarına ilişkin çözümlemelerde bulunmaktadırlar.

Söz konusu raporların büyük çoğunluğu, belirli bir ülkeye ve somut duruma ilişkin tanıklıklar, yerinde tespitler ve genel ya da özel değerlendirmeler ya da tavsiyeler içerirler. Diğer taraftan Bakanlar Komitesinin de Sözleşme’nin 46. maddesi uyarınca üstlendiği Mahkeme Kararlarının infazına ilişkin olarak aldığı çok sayıda karar söz konusudur. Ayrıca Bakanlar Komitesi, bugüne kadar esas olarak insan haklarını ilgilendiren çok sayıda tavsiye kararını da kabul etmiş ve yayınlamıştır. Tavsiye kararlarının üye devletleri bağlayıcı bir niteliği olmamakla birlikte, özellikle Sözleşme’nin yorumlanmasında yol gösterici olması bakımından önemli bir yeri bulunmaktadır.

Dolayısıyla Mahkeme’ye başvuruda bulunacakların ya da onların hukuki temsilcileri olan uygulamacıların bu etkileşimin ve Konsey organlarının çalışma mekanizmalarının farkında olmaları, Mahkeme önünde başarı şanslarını artırmaları bakımından oldukça önem taşımaktadır.

Bu noktadan sonra, bu karşılıklı etkileşim ve uyumlu çalışmanın nasıl işlediğine daha yakından bakabiliriz.[3]

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, 47 üye devletin ulusal parlamento örgütlerinden gelen 318 asil ve 318 yedek parlamenterden oluşmaktadır.[4] Parlamenterler Meclisi yılda dört defa ana konuları görüşmek ve Avrupa Hükümetlerinden girişimde bulunmaları ya da geri-bildirimde bulunmalarını istemek üzere toplanmaktadır. Bu parlamenterler kendilerini seçen 800 milyon Avrupalı adına konuşmaktadırlar. Parlamenterler Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinde temsil edilen Avrupa ülkelerinin Hükümetlerine diledikleri konuda sorular yöneltebilirler ve Hükümetler bu soruları yanıtlamak zorundadır.

Parlamenterler Meclisi, çalışmaya başladığı 1949 yılından beri İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi dâhil Avrupa Konseyi tarafından kaleme alınan pek çok uluslararası sözleşmenin arkasındaki itici güç olmuştur. Parlamenterler Meclisi Avrupa Konseyi Genel Sekreteri ile Sekreter Yardımcısının yanında İnsan Hakları Mahkemesi yargıçları ile İnsan Hakları Yüksek Komiseri’ni de seçmektedir.

Parlamenterler Meclisi ayrıca üye Devletlerin durumlarını gözlemlemekte ve yükümlülüklerini yerine getirmelerine yardımcı olmaktadır. Eğer bir Devlet, yükümlülüklerini yerine getirmekte başarısız olursa, bu durumda Meclis ülkenin ulusal delegasyonunu kabul belgelerini geri çekebilir ya da onaylamayı reddedebilir. Son çare olarak, o ülkenin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınmasını Bakanlar Komitesine önerebilir.

Meclisin çalışmaları on komite, Meclis Başkanı, 20 Başkan Yardımcısı ve beş siyasal grubun temsilcilerinden oluşan bir büro tarafından hazırlanır. Parlamenterler Meclisi üç tip belge tartışır ve kabul eder: tavsiyeler (Bakanlar Komitesine), kararlar (Meclisin bir konu hakkında kendi bakış açısını bildirir) ve son olarak da görüşler (bu grup belgeler ise üyelik başvuruları, antlaşma taslakları ve Bakanlar Komitesi tarafından sunulmuş olan diğer belgeler hakkındaki görüşleri içerir).

Meclis halen aşağıdaki konuları temel ilgi alanı olarak kabul etmektedir:

· İnsan hakları ve demokrasinin korunması ve desteklenmesi;

· Üye devletlerin yükümlülük ve taahhütlerinin yerine getirip getirmediğinin izlenmesi;

· İnsan haklarına saygı gösterilirken terörizmin sona erdirilmesi;

· Bölgesel krizler;

· Mülteci ve göçmelerin durumu;

· Kültürler ve dinler arası diyalog;

· Sosyal uyum;

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, temsilcileri aracılığıyla yukarıda belirtilen temel konularla ilgili olarak Avrupa çapında planlı ya da ad hoc ziyaretler yoluyla toplanan bilgilerden rapor taslakları hazırlar. Bu raporlar daha sonra ilgili komitelerde görüşülür ve en son olarak Mecliste görüşülerek karara bağlanır. Bu çerçevede, özellikle insan haklarının korunması ve desteklenmesi başlığı altında Parlamenterler Meclisinin görüştüğü tavsiye, karar ve raporların önemli bir kanıt değeri ve ağırlığı olabilmektedir.

Örneğin 1994 tarihinde köylerinden güvenlik güçleri tarafından zorla çıkarılan bir grup Tunceli köylüsünün köylerine dönmek için yaptıkları başvuruya ilişkin olarak Mahkeme, Hükümetin sorumluluğunu belirlerken, özellikle köylerinden koparılan köylülere ilişkin herhangi bir tazmin sürecinin işletilmediğini, herhangi bir ciddi destek programı olmaksızın çok zor koşullarda büyük kentlerin çeperlerinde yaşam savaşı verdiklerini tespit etmiştir. Bu tespitini yaparken Mahkeme, diğerlerinin yanında, önemli ölçüde Parlamenterler Meclisinin bu konudaki raporlarından yararlanmıştır.[5]

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi

Bakanlar Komitesi Avrupa Konseyinin karar organıdır. Bütün üye devletlerin Dışişleri Bakanlarından ya da onların Strazburg’taki daimi diplomatik temsilcilerinden oluşur. Bakanlar Komitesi, öncelikle Avrupa toplumunun karşılaştığı sorunlara ulusal yaklaşımların eşitlik temelinde tartışıldığı ve bu tür sorunlara Avrupa çapında çözümler üretildiği ortak bir forum olarak çalışmaktadır. Ayrıca Bakanlar Komitesi, Parlamenterler Meclisinin de katkısıyla, Konsey’in temel değerlerinin bekçisi ve üye devletlerin taahhütlerine uygun davranıp davranmadıklarının gözleyicisi olarak da işlev görmektedir.

Bakanlar Komitesi temelde iki şekilde işlevini yerine getirir:

§ Avrupa toplumlarının karşı karşıya kaldıkları sorunlara ulusal yaklaşımları hükümetlerin görüşlerini eşitlik temelinde dile getirdikleri ve sorunun çözümünün Avrupalıların ortak iradesiyle bulunduğu bir forum olarak,

§ Parlamenterler Meclisinin yanı sıra Avrupa Konseyi’nin varlık nedeni olan değerlerin bekçisi olarak,

Bakanlar Komitesinin görevleri, diğerlerinin yanında, aşağıdaki başlıkları kapsamaktadır:

§ Siyasal diyalog,

§ Parlamenterler Meclisi ile etkileşim

Bakanlar Komitesi ile Parlamenterler Meclisi arasındaki ilişkiler aşağıdaki biçimlerde gerçekleşmektedir:

- Bakanlar Komitesinin Yasal raporları;

- Meclis görüşü talepleri;

- Meclis tavsiyelerini izlemek;

- Sözlü ve yazılı soruları yanıtlamak;

- Ortak Komite toplantıları

§ Yeni üye Devletleri kabul etmek

Bakanlar Komitesi, Avrupalı Devletleri Avrupa Konseyine üye olmak için davet etme yetkisine sahiptir.[6] Bakanlar Komitesi, aynı zamanda bir üye Devletin üyeliğini askıya almak ve üyelikten atma yetkisine sahiptir.

Üyeliğe davet usulü ilgili Devletin başvurusu üzerine başlar. Bakanlar Komitesi üyeliğe davet ve kabule ilişkin olarak Parlamenterler Meclisine danışma ve üyeliğe kabul edilecek Devletin Meclisteki sandalye sayısını ve Konsey bütçesine katkısını belirleme gibi usulleri izleme yükümlülüğü bulunmaktadır.[7] Son dönemde başvurucu Devletlere demokratik reformların gerçekleştirilmesi konusunda ek koşullar getirilmiştir. Bu koşullar arasında İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine taraf olma zorunluluğu da bulunmaktadır.

§ Üye devletlerin taahhütlerine saygı gösterip göstermediklerinin izlemek;

Avrupa Konseyi Statüsünün 15.a maddesi Bakanlar Komitesinin Sözleşme ve Antlaşmalar dahil Avrupa Konseyi’nin amacının gerektirdiği girişimleri göz önüne alacağını belirtmektedir. Bakanlar Komitesi bugüne kadar 190’ın üzerinde Antlaşmayı imzaya açmıştır. İçlerinde en bilineni ise İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesidir.

Herhangi bir antlaşmanın metni Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilmeden önce Parlamenterler Meclisi’ne görüş için gönderilir. Parlamenterler Meclisi görüşünü konunun tartışıldığı bir oturumda oluşturur ve varsa değişiklik teklifleri ile birlikte Bakanlar Komitesine gönderir. Ancak bu konuda son karar Bakanlar Komitesine aittir. Antlaşma metni Bakanlar Komitesi tarafından kabul edildiği zaman son şeklini almış olur. Komite ayrıca antlaşmanın imzaya açılacağı tarihi de belirler.

Diğer taraftan Kasım 1994 tarihindeki 519. oturumunda Bakanlar Komitesi, oylama usulünün daha esnek olmasına ve tavsiye kararları konusunda oybirliği kuralının uygulanmaması konusunda bir “centilmenlik anlaşması” yapmaya karar vermişlerdir. Böylece o tarihten bu yana tavsiye kararları için oyçokluğu yeterli olmaktadır. Tavsiye kararları üye Devletler için bağlayıcı olmamaktadır. Ancak, Statünün 15.b maddesi Komiteye tavsiye kararlarına ilişkin olarak Üye Devletlere aldıkları tedbirler ile ilgili olarak bilgi vermesini isteme izni vermektedir. Komite, 1987 tarihli 405. toplantısında Komiteye bağlı olarak çalışan yürütme komitesi ve uzmanlar komitesi gibi uluslararası komitelere tavsiye ve kararların uygulanmasının gözlenmesini iyileştirmeye çağıran bir mesaj kabul etmiştir.

Diğer taraftan doğrudan Mahkeme’yi ilgilendiren genel nitelikli tavsiye kararları da zaman zaman Bakanlar Komitesi tarafından yayınlanmaktadır. Bunların içinde özellikle üye ülkelerde iç hukuk yollarının iyileştirilmesine ilişkin tavsiye kararı[8] özellikle üzerinde durulmasını gerektirmektedir. Bu tavsiye kararında Bakanlar Komitesi Mahkeme’ye özellikle bir ülkede yapısal bir sorundan kaynaklanan ve birbirinin tekrarı niteliğinde çok sayıda başvuruyla başa çıkabilmesi için “pilot karar” usulünü yürürlüğe sokmasını tavsiye etmiştir. Mahkeme bu tavsiye kararının hemen ertesinde söz konusu pilot karar usulünü Broniowski v. Polonya kararıyla uygulamaya sokmuştur.[9]

§ Konsey bütçesinin kabulü;

§ İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararlarının infazının gözetilmesi

Sözleşme’nin 11 Nolu Protokolü ile değişik 46. maddesi uyarınca Bakanlar Komitesine İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararlarının infazını gözetmesi görevini vermektedir. Bu görev, Bakanlar Komitesi tarafından her yıl dört defa yapılan düzenli toplantılarla sağlanır. Bu konuda Bakanlar Komitesinin temel işlevi İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin kararlarına üye devletlerin uymasını sağlamaktır. Komite her vakayı nihai kararını vermekle sonuçlandırır. Bazı vakalarda, geçici kararlar verilebilir.[10]

Bu nedenle, başvurucuların ve avukatlarının başvurularını hazırlarken ya da şikayetlerine ilişkin olarak kanıt toplarken Parlamenterler Meclisi çalışmalarının farkında olmasında büyük yarar bulunmaktadır.

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Parlamenterler Meclisi tarafından beş yıl için atanır. Genel Sekreterin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi bakımından bir dizi görevi bulunmaktadır.

Öncelikle her Yüksek Sözleşmeci Tarafın Sözleşme’ye taraf olduğunu Genel Sekretere bildirme (depo etme) yükümlülüğü bulunmaktadır.[11] Aynı şekilde ilgili Taraf Devletin Sözleşme’den çekildiğini Genel Sekretere bildirmesi de zorunludur.[12]

Bunun dışında Sözleşme’nin 52. maddesi, Genel Sekreter’e, Sözleşme’nin uygulanmasını üye Devletler nezdinde gözetme yetkisi vermektedir. Bu maddeye göre, Genel Sekreter, talebi halinde ilgili Taraf Devlet, Sözleşme’nin kendi iç hukukunda etkili bir şekilde uygulanmasının nasıl güvence altına alındığına ilişkin açıklama yapma yükümlülüğü altındadır. Genel Sekreter bugüne kadar Sözleşme’nin 52. maddesindeki yetkisini hiçbir Sözleşmeci Devlet için kullanmamıştır. Ancak, bu yetkinin Genel Sekreter tarafından kullanılmamasının nedeninin 52. maddenin Genel Sekreter’e söz konusu Taraf Devletten aldığı bilgiyle ilişkin olarak harekete geçme yetkisi tanımaması olması kuvvetle muhtemeldir.

Avrupa Konseyi Genel Sekreterinin ve Sekreter Yardımcısının da Mahkeme’nin ihtiyaçlarına ilişkin olarak yakın ilgisi söz konusudur. Zaman zaman Mahkeme’nin etkililiğinin artırılması, geleceğe ilişkin dava yükü, bütçe, personel, teknolojik yeniliklere dönük ihtiyaçlarının belirlenmesi hakkında projeksiyonlar hazırlanması, Mahkeme’nin mevcut örgütlenme yapısında iyileştirmelere gidilmesi gibi konularda raporlar hazırlanması için komisyonlar oluşturmakta ve bu komisyon raporları bazı durumlarda kamuya açılarak yayınlanmaktadır.[13]

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Avrupa Konseyi içinde bağımsız bir kurumdur. Görevi, bütün üye Devletlerde insan hakları bilincini ve insan haklarına saygıyı desteklemektir.

İnsan Hakları Komiserliği fikri ilk olarak Ekim 1997 tarihinde Strazburg’da toplanan 2nci Avrupa Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde ortaya atılmıştır. Bu zirvede bu konuda bir girişim başlatılmasına karar verilmiş, 7 Mayıs 1999 tarihinde de Bakanlar Komitesi, Komiserliğin kurulması ve görev alanının belirlenmesine ilişkin bir kararı kabul etmiştir. İlk Komiser Alvaro Gil-Robles, 1999-2006 yılları arasında görev yaptıktan sonra 1 Nisan 2006 tarihinde yerini halen bu görevi yürüten Thomas Hammarberg’e devretmiştir.

İnsan Hakları Komiseri’nin temel amaçları Bakanlar Komitesi’nin kararında öngörülmüştür.[14] Bu karara göre Komiserin görevleri:

· İnsan haklarının etkili bir şekilde gözlenmesi ve Avrupa Konseyi insan hakları standartlarının yerine getirilmesinde üye Devletlere yardım sağlamak;

· Avrupa Konseyi üye Devletlerinde insan hakları eğitimi ve farkındalığının desteklenmesi;

· İnsan haklarına ilişkin hukuk ve uygulamaya ilişkin olası eksikliklerin tespit edilmesi;

· Ulusal ombudsmanlıkların ve diğer insan hakları yapılarının etkinliklerinin kolaylaştırılması; ve

· Bütün bölgede insan haklarının korunmasına ilişkin danışma ve bilgi sağlamak.

Bu nedenle Komiser’in çalışması, insan haklarının desteklenmesi ve korunması alanında anlamlı bir iyileşme sağlamak için reform tedbirlerini desteklemeye odaklanmıştır. Yargısal olmayan bir kurum olarak, Komiserlik, bireysel şikâyetler üzerine harekete geçemez; ancak bireylerin maruz kaldığı insan hakları ihlallerine ilişkin güvenilir bilgi temelinde sonuçlar çıkarabilir ve daha geniş bir çaba içine girebilir.

Komiser, insan hakları izleme mekanizmalarının yanında, geniş bir alanda ulusal ve uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmaktadır. Komiserliğin en önemli Hükümetler arası ortakları Birleşmiş Milletler ve onun ilgili uzmanlık kuruluşları, Avrupa Birliği ve AGİT’tir. Komiserlik aynı zamanda önde gelen Hükümet dışı kuruluşlar, üniversiteler ve düşünce kuruluşlarıyla da yakın işbirliği içindedir.

İnsan Hakları Komiseri görevini aşağıdaki etkinliklerde bulunarak yerine getirir:

· Hükümetlerle diyalog ve ülke ziyaretleri

Komiser, insan hakları durumunu kapsamlı bir şekilde değerlendirebilmek için Avrupa Konseyi üye devletleri ile sürekli diyalogla geçer ve ülke ziyaretleri gerçekleştirir. Bu ziyaretlerde, İnsan Hakları Komiseri, insan hakları ve sivil toplum kuruluşların temsilcilerinin yanında, yüksek düzeyde Hükümet, parlamento ve yargı yerlerinin temsilcileri ile toplantılar yapar. Komiser, ziyaretinin sonucunda o ülkedeki insan hakları uygulamalarının analizini ve olası iyileşme yolları hakkında ayrıntılı tavsiyeleri içeren bir rapor yayınlar. Bu rapor Bakanlar Komitesine sunulur ve yayınlanarak karar vericiler, HDÖler ve medyada yaygın bir şekilde dağıtılır.

Bir ülkeye resmi ziyaretin üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra, Komiser ya da Komiserlik bürosu tavsiyelerin yerine getirilmesi konusunda gerçekleşen gelişmeyi izlemek üzere bir ziyaret daha yapar. Bu ziyaretin sonucu olarak bir izleme raporu yayınlar. Bu raporun da yaygın olarak dağıtımı yapılır. Ancak Komiser’in çabaları bu raporla sona ermez. Komiser o ülkedeki gelişmeleri izlemeyi ve ülkedeki yetkililerle yakın ilişkisini sürdürür. Ancak bu defa, genel raporların yayınlamaksızın da olsa, bir ya da bir dizi sorun alanı üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırır.

· Tematik tavsiyeler ve bilinç yükseltme

İnsan Hakları Komiseri, aynı zamanda insan haklarının korunması ve insan hakları ihlallerinin önlenmesi için bilgi ve danışma sağlamakla görevlidir. Komiser uygun olduğunu düşünürse, Komiserlik bürosu tek ya da birden fazla üye devlet hakkında belirli bir insan hakları konusunda tavsiyeler yayınlayabilir. Ya ulusal organların talebi üzerine ya da kendi girişimiyle, Komiser ayrıca yasa taslakları ve belirli uygulamalar hakkında görüş verebilir.

Komiser’in ayrıca Avrupa Konseyine üye ülkelerde insan hakları bilincini yükseltme görevi de vardır. Bunun için Komiserlik bürosu değişik insan hakları temalarını içeren seminer ve toplantılar düzenler ya da düzenlenmesine yardımcı olur; Hükümetler, STK’lar ve eğitim kurumlarında Avrupa Konseyi insan hakları standartları bilincini iyileştirmek için sürekli diyalogla ilgilenir.

· Ulusal insan hakları yapılarının geliştirilmesini desteklemek

İnsan Hakları Komiseri ulusal Ombudsmanlar, Ulusal İnsan Hakları Kurumları ve insan haklarını korumakla görevlendirilen diğer yapılarla yakın işbirliği içinde olur. Bu kurumların olmadığı ülkelerde Komiserlik güçlü bir şekilde bu kuruluşların geliştirilmesi için destek ve etkili bir uygulama desteği verir.

Yukarıda belirtilen görevlerin içinde İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi bakımından önemli olan, Komiser’in ziyaretleri sonucu yayınladığı raporlar ve izleme raporlarıdır. Söz konusu raporlar, belirli bir dönem ve insan hakları sorununa yoğunlaştığı ve ayrıntılı gözlem ve analizleri içerdiğinden önemli bir kanıt değeri bulunmaktadır. Mahkeme, bu raporları değişik kararlarında kanıt olarak kullanmıştır.[15]

İşkencenin Önlenmesi Avrupa Komitesi

Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu

Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa Komisyonu (ECRI), 9 Ekim 1993 tarihinde Viyana’da toplanan Avrupa Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları I. Zirvesinde kurulmuştur. ECRI’nin kuruluş kararı I. Zirve toplantısında kabul edilen zirve bildirisinde ifadesini bulmaktadır. Ekim 2000 yılında Strazburg’ta toplanan Irkçılığa Karşı Avrupa Konferansında ECRI’nin işlevini daha güçlendirmesi çağrısı yapılmış, bunun üzerine 13 Haziran 2002 tarihinde Bakanlar Komitesi ECRI’nin yeni Statüsünü kabul edmiştir. Bu yeni statü ECRI’nin bağımsız bir insan hakları izleme organı olarak ırkçılık ve ırk ayrımcılığına ilişkinkonularda rolünü sağlamlaştırmaktadır. .

ECRI’nin üyeleri bağımsızdır ve sadece kendi vicdani kanılarına göre hareket ederler. ECRI’nin amacı Avrupa çapında ve insan haklarının korunması perspektifinden ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve antisemitizmin ortadan kaldırılmasıdır. ECRI’nin etkinlikleri özellikle ırk, renk, dil, din, uyrukluk, ulusal ya da etnik kökene dayanan ayrımcılık ya da önyargılarla karşı karşıya kalan kişi ya da kişi gruplarının mağduriyetlerine son vermek için gerekli bütün tedbirlerin alınmasını kapsar. ECRI’nin statüsünden kaynaklanan etkinlikleri üye ülkelere ilişkin izleme, ayrıntılı Genel Politika Tavsiyelerinde bulunmak[16] ve sivil toplumla ilişkiler kurmak ve geliştirmektir.

ECRI ülke bazlı raporlarını düzenli olarak yayınlamaktadır. Bu konuda Türkiye hakkında da yayınlanmış raporları bulunmaktadır. Türkiye’ye ilişkin raporların önemli bir kısmı Türkçeye çevirilmiş olarak yayınlanmaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de ECRI raporlarından özellikle ayrımcılık temelli ihlal vakalarına ilişkin kararlarında yararlanmaktadır.[17]

ECRI’nin raporları Türkiye’de özellikle eğitim hakkıyla ilişkili din ve vicdan özgürlüğü ihlali iddialarından kaynaklanan davalarda öne çıkmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bakımından ise özellikle Roman topluluklara yönelik ırk ayrımcılığı sorunuyla bağlantılı işkence, yaşam hakkı, adil yargılanma ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine ilişkin ihlal iddialarıyla bağlantılı davalarda öne çıktığı gözlenmektedir. Ancak ECRI’nin raporlarının gerek Türkiye ve gerekse Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yukarıda sayılan çerçeveyi fazlasıyla aşan bir vizyonu ve raporlama anlayışının bulunduğunu ve bu çerçevede söz konusu raporların daha geniş bir bakış açısıyla izlenmesinde yarar bulunmaktadır.



Not: Bu yazı Türkiye Barolar Birliği Dergisinin Temmuz 2008 tarihli sayısında yayınlanmıştır.



[1] Lahey Avrupa Kongresi’nin sonuç bildirisinin ilgili paragrafı aşağıdaki gibidir:

The Congress

Considers that the resultant union or federation should be open to all European nations democratically governed and which undertake to respect a Charter of Human Rights;

Resolves that a Commission should be set up to undertake immediately the double task of drafting such a Charter and of laying down standards to which a State must conform if it is to deserve the name of democracy.”

[2] 11 ve Rusya Federasyonunun henüz onaylamaması yüzünden yürürlüğe henüz girmemiş olmakla birlikte 14 nolu Protokoller son on yılda Mahkeme’nin karşı karşıya kaldığı sorunlara yanıt olarak gösterilebilir. Ancak, 14 nolu Protokol daha imzaya açılmadan, Mahkeme Eski Başkanı Yargıç Wildhaber yeni Protokolün Mahkeme’nin iş yükünü karşılamakta yeterli olamayacağını ifade etmekteydi. Mahkeme Başkanının röportaj metni için bkz. Günışığı Dergisi, ….

[3] Bu çalışmanın boyutlarını fazlasıyla aştığından ve ayrı bir çalışmanın konusunu oluşturması gerektiğini düşündüğümüzden Avrupa Sosyal Şartı ve onun yargısal organı Sosyal Haklar Avrupa Komitesi hakkında herhangi bir açıklamada bulunulmayacaktır.

[4] Ekim 2007 itibariyle Avrupa Konseyine üye 47 ülkenin ulusal parlamentolarından nüfuslarına göre katılan parlamenterden oluşmaktadır. Üye ülkeler ve Parlamenterler Konseyine gönderdikleri üye sayıları aşağıdadır: Arnavutluk (4) Andora (2) Ermenistan (4) Avusturya (6) Azerbaycan (6) Belçika (7) Bosna Hersek (5) Bulgaristan (6) Hırvatistan (5) Güney Kıbrıs (3) Çek Cumhuriyeti (7) Danimarka (5) Estonya (3) Finlandiya (5) Fransa (18) Gürcistan (5) Almanya (18) Yunanistan (7) Macaristan (7) İzlanda (3) İrlanda (4) İtalya (18) Letonya (3) Lihtenştayn (2) Litvanya (4) Lüksemburg (3) Malta (3) Moldova (5) Monako (2) Karadağ (3) Hollanda (7) Norveç (5) Polonya(12) Portekiz (7) Romanya (10) Rusya Federasyonu (18) San Marino (2) Sırbistan (7) Slovakya (5) Slovenya (3) İspanya (12) İsveç (6) İsviçre (6) Makedonya (3) Türkiye (12) Ukrayna (12) Birleşik Krallık (18)

[5] Bkz. 29 Haziran 2004 tarihli Doğan ve Diğerleri v. Türkiye hükmü, § 55 v.d. Bu davada Mahkeme, Parlamenterler Meclisi’nin kabul ettiği 1563 (2002) sayılı Tavsiyenin temelini oluşturan Göç, Mülteciler ve Demografi Komitesinin hazırladığı “Türkiye’deki yerinden edilmiş Kürt nüfusun durumu” başlıklı rapora önemli bir ağırlık atfetmiştir. Ayrıca inter alia bkz. 16 Kasım 2004 tarihli Ünal Tekeli v. Türkiye hükmü, § 18 v.d.; 16 Haziran 2007 tarihli Cobzaru v. Romanya hükmü, § 44; 6 Ekim 2006 tarihli Kurtuluş Ordusu Moskova Şubesi v. Rusya hükmü, § 47 v.d.

[6] Avrupa Konseyi Statüsünün 4, 5 ve 6. maddeleri.

[7] Statü, madde 6.

[8] Bkz. Bakanlar Komitesinin 12 Mayıs 2004 tarihli

[9] Bkz. 22 Haziran 2004 tarihli Broniowski v. Polonya (esas hakkında) kararı, § 189 vd.; ayrıca 28 Eylül 2005 tarihli Broniowski v. Polonya (dostane çözüm) kararı, § 34 vd.

[10] Bütün bu kararlar Bakanlar Komitesinin internet sitesinde yayınlanır.

[11] Sözleşme’nin 59. maddesi.

[12] Ags. 58. madde.

[13] Lord Woolf’un başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan Aralık 2005 tarihli rapor için bkz. http://www.echr.coe.int/ECHR/EN/Header/Reports+and+Statistics/Reports/Other+reports/

[14] Bkz. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 7 Mayıs 1999 tarihli 104. oturumunda kabul edilen Resolution (99)50 on the Council of Europe Commissioner for Human Rights adlı kararı.

https://wcd.coe.int/ViewDoc.jsp?id=458513&BackColorInternet=9999CC&BackColorIntranet=FFBB55&BackColorLogged=FFAC75

[15] 5 Nisan 2005 tarihli Nevmerzhitsky v. Ukrayna kararı, § 60 vd.; 8 Temmuz 2004 tarihli İlaşcu ve Diğerleri v. Moldova ve Rusya kararı, § 288; 4 Temmuz 2006 tarihli Ramirez Sanchez v. Fransa kararı, 85; 13 Haziran 2002 tarihli Anguelova v. Bulgaristan kararı, Yargıç Bonello’nun karşı oy şerhi.

[16] Bkz. özellikle 4 Ekim 2007 tarihinde yayınlanan ve Komisyonunun 29 Haziran 2007 tarihinde kabul ettiği “Siyasette Irkçılık ve Irk Ayrımcılığını Yok Etmek üzerine 11 Nolu Genel Politika Tavsiyeleri” Avrupa çapında gelişen siyasetin milliyetçi ve dini hissiyatı istismarına karşı son derece önemli sonuçları olabilecek bir karşı ilk adım gibi görünmektedir.

[17] 9 Ekim 2007 tarihli Hasan ve Eylem Zengin v. Türkiye kararı, §§ 28-29; 10 Kasım 2005 tarihli Leyla Şahin v. Türkiye kararı, Yargıç Tulkens’in karşı oy şerhi; 12 Nisan 2007 tarihli Ivanova v. Bulgaristan kararı, §§ 65-66; 13 Aralık 2005 tarihli Bekos ve Koutropoulos v. Yunanistan kararı, § 33 vd.

Hukukçunun Güncesi

Blogumda, daha önce çeşitli dergilerde yayınlanmış insan haklarına ilişkin makalelelerim bulunuyor.

İlgilenen okuyucuların yararlanması umuduyla...